İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İskender Pala’nın Yeni Kitabı: Efsane

Her bir kitap serüvendir benim için. Kiminde kendimi bulur, hiç bitmesin isterim macera; kimi seferler ise sıkıcıdır, açılmak isterim bir an evvel başka başka maceralara. Bu son yolculuğumda ise eski zamanlara gittim. Kaptan İskender PALA ile “Efsane” bir yolculuktaydık. Akdeniz’in adalarını gezdim, dolaştım, savaşlar verdim durgun denizlerde, işittim halkların hüzünlü öykülerini ve en nihayetinde paylaşmak için aldım kalemi elime.

Yazar, son dönemlerde yaptığı gibi eserine, tarihin çarklarını çeviren mühim neferlerden birinin hayatını  konu edinmiş. Tabi gönül İskender Pala’dan günümüz öyküsü de okumak ister. Kendi hayatını kaleme aldığı “İki Darbe Arasında” kitabını ayrı tutarsak, kurgusunun tamamen kendine ait olduğu bu günlere ait bir öykü. Bu kısa temenniden sonra sohbetimize devam edelim. Kitap Barbaros Hayrettin Paşa‘nın hayatını anlatıyor fakat şunu baştan belirtmeliyim kitabın kapağında söylendiği gibi “Bir Barbaros Romanı” olmaktan ziyade “Bir Şehzade Alkala” romanı olmuş. Hani eve girdiğinde, her yana dağılmış olan yemeğin kokusu seni heyecanlandırır da tencerenin kapağını kaldırdığında, bambaşka bir yemekle karşılaşırsın ya… İşte bu yanılgı kitapta da kendini göstermiş. Barbaros kokuyor fakat kapağı açınca Sidi Alkala çıkıyor. Pala’nın bu türde kaleme aldığı eserlerine baktığımda görüyorum ki yan hikaye hep haddini bilmiş ve asıl hikayenin bir basamak gerisinde durmayı başarmıştır fakat bu defa ön planda olan Sidi Alkala’ydı. Hani bu bir sınav olsa “Görünüş Geçerliliği”ni zayıf bulduğumu söylemeliyim. Dolayısıyla kitapta geçen iki şahsa ayrı ayrı yer vermeyi düşünüyorum.

Sidi Alkala…

Muhtemelen gerçekte var olmayan fakat gerçeğe bir  o kadar da yakışan bir kurgu karakter. Tarihin sayfalarını şöyle bir çevirdiğimizde İspanya’daki son İslam devletinin yıkılışından sonra Müslümanların ve Yahudilerin zulümden kaçışlarında ve Osmanlı’ya götürülmelerinde Hızır Reis’in rolü olduğunu görürüz. Sidi Alkala karakterini alıp da bu gerçekliğin içine yerleştirdiğimizde hiç sırıtmadığını ve dediğim gibi çok da yakıştığını düşünüyorum.

Yazar Alkala’yı yaratırken böyle bir mana yükledi mi bilmem fakat bana göre Saint Alcala; yalnızlığın, terk edilmişliğin, başka bir şekil vermişliğin simgesidir.

Onun hayatında anımsadığı ilk sahne ailesinin katledilmesidir ki hiç gözünün önünde gitmeyecek bir fotoğraftır bu. Bu bölümleri okurken ben, bir yandan da Alkala’nın kaderini yaşayan yüzler bakıyordu yüzüme sayfaları çevirdikçe. Dilleri farklı, dinleri farklı, kaderleri aynı çehreler. Bana kederi hatırlatan bu yüzlere, bazı insanların tutumlarını da düşünüyordum elimden olmadan.

Evet maalesef… Öyle insanlar tanırım ki dünyanın başka yerlerindeki karanlıklar için mum yakmaya gerek duymaz çünkü kendilerinin hiç bitmeyecek (!) kandilleri vardır. Bu bencil kalpler çok da haklı gerekçelere sahiptirler; dünyanın başka ucundadır çünkü karanlık, haykırışlar başka dildedir, kanayan yara başka renk bir deridedir, pis sular başkalarının ırmaklarında akar… Bildikleri üç beş siyasi terimi ve sosyal medyadan edindikleri engin (!) tarih bilgilerini ustaca kullanarak seni haklı olduklarına inandırabilirler. Beş yaşında ağlayan bir kız çocuğuna, çaresiz bir babaya, işkenceler görmüş bir anneye yardım edene bile hakaret etme hakkını bulurlar kendilerinde. İlginç olan şudur ki yine sosyal medyada en çok paylaştıkları sözler ise Mevlana’nın, Yunus’un, Şems’in aşk ve hoşgörü üzerine ettikleri kelamlardır.

İnsan bir kitap okurken nerelere gidiyor değil mi? Ben de Alkala’nın hikayesinde düşündüm bunları. Diğer yanda örmeye devam ediyordu yazar Alkala’nın geçmişini, geleceğini ve tüm zamanlarını saran sevdasını ilmek ilmek, o örüyordu da sen göremiyordun ki sanırım güzel olan da resmin tamamlandıktan sonra görülebilmesiydi. Soruların cevaplarını en sona saklamıştı yazar bulmak da biraz zor ama merak uyandırıcıydı. Fakat benim baştan beri tahmin ettiğim bir şey vardı ki o da muhafızların ölümünde kimin parmağı olduğudur. Emin olamadığım şey ise gerekçesi, sırrı ve bu sır için Barbaros’tan zaman zaman gidişleri…Peki sonunda Alkala’nın sırrını öğrendin. Bir emirlik çıkması şaşırtıcı mıydı? Evet.

Gelelim Alkala’nın sevdasına.

Bir arkadaşımla bu aşkın büyüklüğü hakkında sohbet ederken, onun etkilenmişliğine karşın beni pek de hislendirmemiş olması şaşırtıcı mıydı? Bilemiyorum. O zamanlarda yaşanır mıydı böyle aşklar, söz vermeler, tam vuslata erdi derken yine yeniden ayrı düşmeler, sevgilisiz bir hayata başlayamamalar ve onda takılıp kalmalar…İşte bütün bunları okuyup da hissetmemek benden mi yoksa hikayenin bana geçemeyişinden mi kaynaklanıyor inan bilemedim. Bana göre uzadıkça uzadı, Alkala buldukça, Billure geri gönderdikçe ben yoruldum ve “Şah ve Sultan” kitabının sonu gibi “mezar başında bekleyen bir aşık” görürüm diye umutsuzluğa kapıldım. Tanrı’ya beni bu yüzyılda dünyaya gönderdiği için şükrettim.

Peki senin için durum neydi? Sen de arkadaşım gibi aşkı hissedebildin mi? Senin yorumunu almak istediğim diğer konu da üç heykel hikayesi. Heykel hikayesinin fazlaca gizeme bürünmesinden midir nedir, sonunda bütün hikayenin düğümünü çözeceğini ve sırrın onunla ilgili olduğunu düşündüm. Fakat sonuç hüsran mıydı?

Evet. Merakla beklediğim heykellerin sonunda bir mesaj çıktı bu da beni fazlasıyla yıktı. Hikayenin bir ucunda bulunan Billure’nin aşk anlayışı beni pek açmasa da dinini unutmamış olması, yüzünü değiştirse de özünün değiştirmemesi ile sevdirdi kendini Billure. Üstüne bir de dadılığını yaptığı kıza öğrettiği dua ile beni çocukluğuma götürdü. “Yattım Allah kaldır beni, nur içine daldır beni, can bedenden çıkmayınca, imanımla uyandır beni.” Kendi çocukluğumda anımsadığım bu dua ile sanırım yazar bir çok okurunun gönlünü fethetti. Hem bu dua ile hem de emirliğin devamı için saklanan altınların Billure tarafından alınıp eziyet gören Müceddenlerin kurtuluşu için harcadığını okuyunca , güzelim Şehzadeyi yıllarca peşinden koşturduğu için kızdığım Billure’ye sempati beslerken buldum kendimi.

Alkala, Billure derken ikinci planda kaldığını düşündüğüm Barbaros Hayrettin Paşa’dan bahsetmek istiyorum artık.

Diğer hikayede olduğu gibi Barbaros’ta da hikaye neredeyse kitabın yarısına kadar çok yavaş ilerliyor, gemicilik dili, eski yer adları insanı yoruyor. Barbaros’u okurken uzunca bir süre onu zihnimde hangi rafa yerleştirsem, hangi şemanın içine içine soksam bilemedim. Bir tüccar mıydı, denizci miydi, paşa mıydı? Yoksa yazıp yazıp sildiğim, bir türlü resmedemediğim Barbaros, tarih derslerinden hatırladığım o koskoca Kaptan-ı Derya iki üç adaya hakim bir korsan mıydı? Neyse ki ilerleyen bölümlerde önce Cezayir Sancak beyi sonra da İstanbul’a getirilip Kanuni tarafından Kaptan-ı Derya yapılmasıyla sonunda yazar paşaya iade-i itibar yapılıyordu. Bu yükselişi bir çırpıda söylediğime bakma, bir adın zamana mührünü basması çok da kolay değildir ve yazar Kaptan-ı Deryalık‘tan önceki süreci biraz uzun tutsa da gayet iyi yansıtmıştır. Öyle ki forsa hikayeleri, deniz savaşları, esirler, sindirilmiş milletler bir filmin netliğinde yer aldı belleğimde.

Barbaros’un Kaptan Doria ile çekişmeleri, eşine olan sevgisi, dini bütün yaşantısı ile Barbaros yapbozu tamamlanıyor ve benim şemalarıma uyum sağlıyordu artık zihnimde.

Fakat o da ne? Kaptanın cenazesinde sadece bir iki cümlede bahsi geçen cariye de neyin nesiydi şimdi? Kurgu bu ya kaptanımızın genç sevgilisinden bahsediyordu bu cümleler. Kaç yüz sayfalık, kaç bin cümlelik kitabın iki cümleciğinde Barbaros’a sevgili kurgulamanın lüzumu neydi doğrusu pek mana veremedim. Acaba cariye de, eşini çok sevip, sayıp, baş üstüne taç edip yine de minik çapkınlıklarının eşine olan sevgisine zarar vermeyeceğini sanan beylerin gizli aşıklarının temsili miydi Sayın Pala?  Benim lüzumsuz buluşumu kadın olmamın verdiği hassasiyete verin sonuçta kalem sizin takdir de sizin.

Sonuç itibarıyla Hayrettin Paşa, padişahın deyimiyle dinin hayırlı evladı, tarihe onu sevenleri bırakarak Hakk’a kavuştu. Tabi vuslat tek ona nasip olmamıştı Alkala’da emirlik yolunda olmasa da Billure’sine kavuşarak “mutlu son” kıvamında bittiği için beni mutlu etti. Ve kitabın son paragrafı ile ilk paragrafını aynı kılarak son bir hoşluk yapmıştı yazar.  Bu kitabın senin damağında bıraktığı lezzet nasıldı? Yorumlarını bekliyorum.Bir sonraki kitap sohbetinde görüşmek üzere…

Özlem KARAPINAR

İlk yorum yapan siz olun

  1. Çayı Seven Adam Çayı Seven Adam Ocak 24, 2014

    İskender hocanın nerdeyse tüm kitaplarını okudum. Kendine has tarzı ile soluksuz okuduğum eserlerdir.Ellerinize yüreğinize sağlık hocam. Elime bir bardak çay alıp başlıyorum kitaplarınızı okumaya işte yaşam bu 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir