Baki, 16. yüzyıl Osmanlı Sahası Türk Edebiyatı’nın en büyük şairidir. Ayrıca Fuzûlî ile birlikte Türk edebiyatının o dönemdeki en büyük iki şairinden biridir. Kötü sesli bir müezzin olan babası sebebiyle lakabı Kargazade‘dir. Bununla birlikte döneminin en büyük şairi yani Sultanü’ş-Şuara olarak da bilinir. Divan edebiyatında din dışı konuları işleyen şairler arasında yer alır. Şairin mahlası olan Baki, sonsuz anlamına gelmektedir. Nitekim bu yazıda Baki’nin hayatı, edebî kişiliği ve eserleri hakkında önce genel bilgiler ardından ise detaylar verilmiştir.
Şekil mükemmelliğine önem veren Bâkî, rindâne gazelleri ile ünlü bir zevk ve sefa şairidir. Bâkî’ye “Şairler Sultanı” denmesinin nedeni de yazdığı bu şiirlerin kanuni tarafından takdir edilip ona özel bir önem verilmesidir.
Baki’nin “nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan” şekinde başlayan gazelinin tahlili için tıklayınız.
1. Baki’nin Edebî Kişiliği (Kısaca, Özet)
- Yetenekleri o dönemin şairlerinden Zati tarafından keşfedilmiştir.
- Kanuni’nin ölümü üzerine yazdığı Kanuni Mersiyesi ve Divan adlı şiirlerini topladığı eseri ile bilinir. Hiç mesnevi yazmamıştır. O bir gazel ve kaside şairidir.
- Şiirleri şekil mükemmelliği açısından divan edebiyatının zirvesidir. Nitekim şiirlerinde edebî sanatlara büyük önem verir. Onun şiirlerinde ahenk ve renk unsurları önemli yer tutar.
- Şiirlerinde din dışı konuları yer yer mahalli söyleyişlerle işler. O bir İstanbul şairidir. Şair, düzyazılarında ise tamamen dinî konulara odaklanır. Onun sanatı, dünya zevk ve eğlencesine değer veren rindane şiirleriyle Fuzûlî’den ayrılır.
- Döneminde “Sultânü’ş-Şu’arâ (Şairler Sultanı)” olarak anılmıştır. Ancak babasının sesinin çirkinliği nedeniyle Kargazade lakabıyla da muhatap olmuştur.
- Divan şiirinin geleneksel çizgisini devam ettiren ve yeni bir felsefe arayışında olmayan bir şairdir.
- Şiiri duygu yönünden zengin olmakla birlikte ondaki lirizm coşkun bir düzeyde değildir.
Baki kimdir?
16. yüzyıl Osmanlı sahası Türk edebiyatının en büyük şairi olan Baki, 1526/1527 yılında İstanbul’da doğmuştur. Daha hayatta iken, “Sultânü’ş-Şu’arâ (Şairler Sultanı)” unvanını alan bu büyük şairin asıl adı Mahmûd Abdülbaki’dir. Baki, Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendi isimli fakir birinin oğludur. Kaynaklarda, Baki’nin babası Mehmed Efendi’nin sesinin oldukça çirkin olduğu geçmektedir. Fakir ve yeter derecede vakitli olmayan bir aileden gelmesi yüzündendir ki Baki, çocukluğunda bir müddet saraç çıraklığı yapmıştır.
İlk bilgilerini, Fatih Camii müezzinlerinden olan babası Mehmed Efendi’den alan Baki, maddi imkânsızlıklar nedeniyle tahsil elde edememe durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Ancak XVI. yüzyılın büyük saygı ve itibar gören kültür hayatı, devrin hemen bütün gençleri gibi Baki’yi de heveslendirmiş ve kendi muhitine çekmiştir. Genç Mahmûd’un ruhunda okumak, öğrenmek, bilgili ve muhterem bir adam olmak hevesi, önüne geçilmez bir istek derecesi almıştır. Baki, daha çocukluk döneminde, ustasının dükkânına gidip gelirken Fatih Camii çevresinde, Fatih medreselerinde okuyan talebelerin güzel kıyafetlerini, ağırbaşlı öğrenciliğini, efendilik hâllerini çok yakından görmüştür. Hayatlarına imrendiği bu öğrencilerin, hocalarına milletçe gösterilen derin saygı gösterilerine ise hayranlıkla katılmıştır.
2. Baki’nin Aldığı Eğitim
Bir saraç çırağı iken, camiilerdeki umumi derslere devam etmiş, babasından ve ustasından gizli, Fatih Medresesi talebesi arasına karışmıştır. Kısa zamanda medresenin en sadık talebesi olmuştur. Burada, artık gizlemeğe gerek görmediği, uzun ve hevesli bir talebelik hayatı yaşamıştır. Yeteneği ve okuma isteği ile kısa zamanda kendisini gösteren şair, o devrin ve İstanbul’un en tanınmış hocalarından olan ve “Ahaveyn” lakabı ile tanınan Karamanîzâde Mehmed ve Ahmed Efendi’lerden ders almıştır. Bu iki kardeş, Baki’nin kendilerinden çok yararlandığı, âlim müderrislerdi. Baki’nin medrese öğrenimi görürken, okul ve ders arkadaşları arasında, ileride büyük şöhret kazanacak, yine 16. yüzyılda yaşamış dönemin büyük şair ve âlimlerinden olan Nev’î, Üsküplü Vâlihî ve tarihçi Hoca Sâdeddîn Efendi gibi önemli kişiler de bulunuyordu. Bu gençler arasında on üç şair vardır.
Baki, bir yandan medresede okurken, bir yandan da şiir yazmaya başlamıştır. Daha bir takım değerli arkadaşların ve büyük müderrislerin yanında yetişerek, henüz 19 yaşında iken, aynı yaştaki İstanbul şairleri ve şiir heveslileri arasında önemli bir isim yapmaya başlamış; bu ilim ve sanat çevresinde kendisini tanıtmayı başarmıştır. Zekâsı ve fıtri yeteneği ile de devrin üstat şairlerinin takdirini kazanmıştır.
3. Keşfedilmesi
Baki’nin sanat kabiliyetini, önce, ihtiyar şair Zâtî (öl. 1545) fark etmiştir. Balıkesirli Zâtî’nin, Baki’yi yetiştirenler arasında önemli bir yeri vardır. Hayli nasipsiz ömrünü Bayezid Camii avlusundaki remilci dükkânında fala bakmak veya ufak bir para karşılığında kasideler, gazeller yazmak gibi hazin şekilde geçiren Zâtî, bir taraftan da bu küçük dükkânda adeta tarihî ve edebî bir sanat muhiti hazırlamıştır. Özellikle söz sanatları hususunda genç şairleri bilgilendirmiştir.
Zamanın bir edebiyat okulu durumunda olan bu dükkâna asrın tanınmış âlim ve şairleri uğruyor; genç şairler buraya bir mektebe devam eder gibi gelerek, buradaki sanat sohbetlerinden istifade ediyorlardı. Baki, çok genç yaşında Zâtî’nin falcı dükkânına devam eden bu şairler topluluğuna katılmış, kısa zamanda onun takdirini, hatta hayranlığını kazanmakta gecikmemiştir. Öyle ki Zâtî’nin genç şairler arasında en çok beğendiği, takdir ettiği, hayranlık duyduğu isim Baki olmuştur. Baki’nin bir şiirini onun tarafından söylenildiğine inanamayacak kadar güzel bulduğu rivayet edilen Zâtî, zamanla daha ileri giderek Baki tarafından söylenmiş,
Kaddümi çeng eşkümi rûd eyledün Cismüm âteş cânumı ‘ûd eyledün
matlaını bütünlemiş, onu bir gazel hâline getirmiş ve buna itiraz edenlere; “Baki gibi bir şairin şiirini uğurlamak ayıp değildir.” demiştir.
4. Yükselişi
İlim ve şiir yolundaki ihtiraslı çalışmaları ve gelişmesi ile Baki, kısa zamanda kendini asrın büyük ilim ve devlet adamlarına tanıtmaya muvaffak olmuştur. Baki, önce kendi hocalarına ithaf ederek bazı güzel kasideler yazmış ve onun bu kasideleri büyük sanat müjdeleyen eserler sayılmıştır. Örneğin; hocası Karamanlı Mehmed Efendi hakkında söylediği ve yazdığı “sünbül” redifli kasidesi, ona şairlik ününü kazandırmış ve şöhretinin daha da artmasını sağlamıştır.
O tarihlerde yeni yapılmakta olan Süleymaniye Medresesi’nin âlim müderrisi Kadızade Ahmed Şemseddîn Efendi’nin yakın talebesi olmak talihine eren Baki, bu değerli ilim adamından hakiki bir iltifat ve himaye görmüştür. Bu denli olağanüstü müderrislerden ders alan Baki, anlaşılacağı gibi iyi bir tahsil görmüş, mükemmel bir eğitim ve sanat çevresinde yetişmiştir. Kadızade Ahmed Şemseddîn Efendi vasıtasıyla bazı devlet büyüklerine intisap yolları bulmuş; bu arada Şeyhülislam Ebussuûd Efendi’ye; Sadrazam Semiz Ali Paşa’ya tanıtılan şair, nihayet Mîrâhur Ferhâd Ağa vasıtasıyla Kanuni Sultan Süleyman’a takdim edilmek gibi büyük bir onur kazanmıştır.
Baki, 1551 yılında Kanuni’ye bir “nûniyye”, yani redifi “nûn” olan kaside sunmuş, karşılığında da ihsan görmüştür. 1555 yılında Nahcivan Seferi’nden dönen Kanuni’ye sunduğu,
İtdi şehri şeref-i madem-i sultân-ı cihân Reşk-i bâğ-ı İrem ü gayret-i gülzâr-ı cihân
matlalı altmış beyitlik kasidesiyle sultanın takdir ve iltifatlarına mazhar olmuştur.
4.1. Halep’e Tayini
Hoca Şemseddîn, 1555 yılının Aralık ayında Halep kadılığına tayin edilince, Baki’yi de beraberinde götürmüştür. Halep’te dört yıl kalan şair, Halep Beylerbeyi Kubâd Paşa’ya “Hilâl” kasidesini sunmuştur. Kadızade’ye de;
Perde-i şâm olıcak mihre nikâb-ı ruhsâr Zâhir oldı gözüme hey’et-i ebrû-yı nigâr
matlalı “Râ’iyye” kasidesini söylemiştir. 1560 yılında İstanbul’a dönerken Konya’ya uğramış, Konya’da tanıştığı Şam Kadısı Mehmed Çelebî’ye bir kaside sunmuştur. Yine Konya’da iken, dönemin ünlü kazaskeri Ebussuûd Efendi’nin büyük oğlu olan ve aynı zamanda “Meylî” mahlası ile Farsça şiirler de yazan Mehmed Çelebî’den babasına götürmek üzere, kendisi hakkında yazılmış bir tavsiye mektubu almıştır. Bu mektubu, İstanbul’a döndükten sonra bir “Lâmiyye” kasidesi ile birlikte Ebussuûd Efendi’ye sunan Baki, onun ilgi ve ihsanına mazhar olmuştur.
Dönemin devlet adamlarına kasideler sunarak devlet büyüklerinden teveccüh bekleyen Baki, aynı zamanda İstanbul’un çeşitli medreselerinde de müderrislik yapmıştır. Bu dönemde bir taraftan padişahın, öte yandan dönemin önde gelen devlet adamlarının teveccühünü kazanan Baki, artık İstanbul’un ileri gelen sanatçısı, şairi olarak yerini yapmıştır. Bu durum, dönemin diğer şairlerinin Baki’yi kıskanmalarına neden olmuştur.
1561 yılının Ekim ayında “dânişmend” olmuştur. 1563’te müderris olmuş ve padişah fermanı ile Silivri’deki Piri Paşa Medresesi’ne atanmıştır. 1564 Kasım’ında, maaşı iki katına çıkarılarak, Murâd Paşa Medresesi müderrisliğine getirilmiştir. Baki’nin, bir taraftan Kanuni Sultan Süleyman’a kasideler sunması, diğer taraftan da dönemin sultanı tarafından yazılan gazellere nazireler söylemesi, edebî şöhretinin artmasını sağlamıştır. Ayrıca, meslek hayatında da ilerleyen şairin maaşı sık sık arttırılmıştır.
4.2. Sultânü’ş-Şu’arâ Olarak Tanınması
Bu yükseliş, büyük sanatkâra, hemen hiçbir Osmanlı şairine nasip olmayan imkânlar hazırlanmıştır. Baki, Kanuni’nin yakın arkadaşı olmuş, onunla şiir sohbetleri yapmış; hatta hükümdarının şiirlerine nazire söylemesi, kendisinden yine hükümdarı tarafından istenmiştir. Şöhreti, bütün imparatorluk coğrafyasına yayılmış; Türk tarihindeki en ihtişamlı devrin “Sultânü’ş-Şu’arâsı” olarak anılmıştır.
Baki’nin bu refah dolu hayatı uzun sürmemiştir. 1565 yılında hac farizası için Hicaz’a giden şairin babası orada ölmüştür. Bu ölüm, Baki’yi çok etkilemiştir. Bir yıl sonra, yani 1566 yılında, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü ile himayesiz kalan şair, bu ölüme de hayli üzülmüştür. Bu iki büyük üzüntü, şaire Türk edebiyatında mersiye türünün güzel örneklerinden “Kanûnî Mersiyesi”ni yazdırmıştır. Edebiyatımızda mersiye türünün şaheserlerinden olup, terkib-i bent biçiminde yazılan ve sekiz bentten oluşan bu mersiyesinde, derin üzüntüsünün yanı sıra, geleceğinden duyduğu endişeyi de samimi bir dille ifade etmiştir. Kanuni’nin ölümü, gerçekten de büyük şairin hayatındaki en ışıklı devri gölgelemiştir.
5. Kanuni’nin Ölümünden Sonraki Hayatı
Baki, söz konusu mersiyenin son iki bendini yeni padişah II. Selim ve zamanın nüfuzlu adamı Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’ya ayırmıştır. Ayrıca, padişaha bir “Cülûsiyye” sunmuştur. Bu methiye pek takdirle karşılanmadığı gibi, Baki, birkaç ay sonra Murâd Paşa Medresesi müderrisliğinden azledilmiştir. II. Selim, Baki’ye babasının gösterdiği kadar ilgi göstermemiştir. Daha Kanuni hayatta iken, en yakın arkadaşlarının bile kıskançlıklarına maruz kalan Baki’yi, bu dönemde saray adamları arasında da çekemeyenler olmuştur.
II. Selim zamanında daha çok Sokullu Mehmet Paşa’dan anlayış gören Baki, üç yıllık bir aradan sonra (1569), Murâd Paşa Medresesi’ne, ardından da 1571 yılında Eyüp müderrisliğine getirilmiştir. 1573’te Sahn müderrisi olan şair, II. Selim’in hususi meclislerine davet edilmeye başlanmış, padişaha çeşitli vesileler ile şiirler sunmuş, onun gönderdiği gazellere nazireler söylemiştir. Padişahın teveccühünü kazanmak için onun birkaç gazelini de tahmis eden Baki, tekrar himaye kazanmış, iltifat görmeye başlamıştır.
5.1. Mekke Kadılığı ve Azledilmesi
II. Selim’in ardından, Sultan III. Murat’ın tahta geçmesinden sonra da (1574) Sokullu’nun himayesi sayesinde, Baki‘nin mevkii sarsılmamış; hatta maaşı arttırılarak Süleymaniye Medresesi’ne tayin edilmiştir. III. Murat’ın tahta geçmesi üzerine ona terci-i bent şeklinde bir “Cülûsiyye” ve kasideler sunmuş; ancak tayinden birkaç ay sonra, yeni bir iftiraya uğrayarak III. Murat tarafından azledilmiştir. Düşmanları, onu padişahın gözünden düşürmeye çalışmış, III. Murat da Baki’yi müderrislikten azlettiği gibi, İstanbul’dan da uzaklaştırmıştır. Masumiyeti meydana çıkınca, 1576 Ekim’inde, Edirne’de Selimiye Medresesi müderrisliğine gönderilmiş; arkasından Mekke kadılığına (1579), bir yıl sonra da Medine kadılığına tayin edilmiştir. Baki, Medine kadılığında fazla kalamamış; Ekim 1581 yılında azledilerek İstanbul’a çağrılmıştır.
İstanbul’a döndükten sonra, iltifatını kazandığı kişilerin yardımıyla, İstanbul kadılığına getirilmiştir. Bir yıl sonra azledilerek Üsküdar’da ikamete mecbur edilmiş, 1586 Haziran’ında tekrar İstanbul kadılığına, birkaç ay sonra da terfi ederek Anadolu kazaskerliğine getirilmiştir. İki yıl sonra, bu görevinden azledilmiş, Nisan 1591’de ikinci defa Anadolu kazaskeri, bir yıl sonra da Rumeli kazaskeri olmuştur. Baki, böylece, en büyük isteği olan şeyhülislamlık makamına yaklaşmış bulunuyordu. Fakat bu dileğine kavuşamadan aynı yılın temmuz ayında emekli olmuştur. Her terfiden sonra bir defa azledilmesi, onun mesleki ve siyasi hayatının bir takım iniş çıkışlarla sarsılmasına neden olmuştur.
Baki, Sultan III. Murat’ın ölümü ve Sultan III. Mehmet’in tahta geçmesi (1595) üzerine tekrar umutlanmış, eskiden beri istediği şeyhülislamlığa gelmek maksadı ile sultana bir “culusiye” sunmuştur. Bunun karşılığı olarak, tekrar Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir. Bu büyük şairin gözünde, şeyhülislamlıktan başka bir şey yoktu. Söz konusu makama gelebilmek için, padişaha ve devrin büyüklerine kasideler sunmuş; hele ihtiyarlığında, kaybettiği veya ulaşamadığı mevkilere duyduğu ihtiraslar yüzünden bazı methiyelerinde sultana ve devlet büyüklerine adeta yalvarmış; hatta bazı entrikalara bile iştirak etmekten kendisini alamamıştır. Böylelikle sanatkâr, XVI. asırda bile, Kanuni gibi bir hükümdardan mahrum olmanın hazin kederini yaşamıştır.
6. Şeyhülislamlığa Getirilmemesi
Hadım Hüseyin Paşa’nın sadrazam olması üzerine, üçüncü defa Rumeli kazaskerliğine tayin edilen Baki, bu aralık, bir ömür boyu hasretini çektiği şeyhülislamlık makamına yaklaşır gibi olmuş; Sadrazam Hadım Hüseyin Paşa, Baki’yi bu makama getirmeye çalışmıştır. Fakat bir taraftan medrese arkadaşı Hoca Sâdeddîn Efendi’nin rekabeti, öte yandan sadrazamın idam edilmesi gibi hadiseler, onun bu emeline engel olmuş, III. Mehmet bu makamı Hoca Sâdeddîn Efendi’ye layık görmüştür. Bunun üzerine, 1598 Ağustos’unda Rumeli kazaskerliğinden ayrılarak kendi köşesine çekilen Baki, bir yıl sonra, Hoca Sâdeddîn Efendi’nin Ayasofya Camii’ndeki bir mevlide giderken ölmesi üzerine yeniden umutlanmıştır. Bu sefer de şeyhülislamlığa tayin edilmemiş; bu makama Sun’ullâh Efendi getirilmiştir.
7. Ölümü
Üst üste tayin ve aziller sebebiyle sinirleri iyice bozulan, büsbütün ümitsiz kalan ve aynı zamanda bir hayli yaşlanmış olan Baki, bu son hadise üzerine hastalanarak yatağa düşmüştür. Hüzünlü günler yaşadıktan ve hastalıklarla geçen bir ömür sonu devresinden sonra, sağlığı düzelmeye yüz tuttuğu sırada, bir gün konaktaki cariyelere kızarak, onları dövmeye kalkışınca, tekrar yatağa düşmüş ve 7 Kasım 1600 (H. 1008)’de, İstanbul’da, 74 yaşında vefat etmiştir.
Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet olmak üzere dört padişah dönemini yaşayan ve döneminde “Sultânü’ş-Şu’arâ” unvanını alan Baki’nin ölümü, İstanbul sanat çevresinde büyük üzüntüye sebep olmuştur. İstanbul’da büyük bir hadise hâlini alan Fatih Camii’ndeki cenaze törenine, görülmemiş bir kalabalık (devrin devlet büyükleri, vezirler, âlimler ve şairler) katılmıştır. Halk ve esnaf, işlerini güçlerini bırakarak; tezgâhlarını, dükkânlarını kapatarak Baki’ye karşı son vazifelerini yapmaya koşmuşlardır. Cenaze namazını, bizzat Şeyhülislam Sun’ullâh Efendi kıldırmış; kıldırırken, musalla taşı üzerindeki tabutun önünde kendini tutamayarak, gözyaşları arasında, şairin kendi akıbeti için, adeta bilerek söylediği şu beytini okumaktan kendisini alamamıştır:
Kadrüni seng-i musallâda bilüb ey Baki Durub el bağlayalar karşuna yârân saf saf
Bu beyit, o tarihlerden itibaren artık gerilemeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Baki’den sonra ölen Türk büyüklerinin pek çoğu hakkında hemen aynı esefle tekrar edilen ebedî bir söz hâlinde memleket lisanına yayılmış, halkın vicdanına yerleşmiştir. Bununla birlikte, bu dizelerdeki hakikati ebedî kılan tılsım, onun sadece yerli güzelliğinden değil, belki bütün insanlık için doğru, beşerî bir söyleyiş olmasındandır.
Baki’nin, aynı büyük kalabalık tarafından el üstünde götürülen tabutu, Edirnekapı dışında bir mezara gömülmüştür. Mezar taşına, Bağdâdlı Hâdî’nin şu tarih mısraı kazılmıştır:
Baki Efendi gitdi ‘ukbâya bin sekizde
Baki’nin ölümüne düşürülen birçok tarih beyti vardır; bunları bazı mecmualarda ve bazı Baki Divanları’nın kenarlarında bulmak mümkündür.
8. Aile Yaşamı
Baki’nin aile hayatı ve ailesi hakkında etraflı bilgi mevcut değildir. Bilinenler, birkaç kaynağa dayandırılmaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman, Baki’ye “Tûtî Kadın” adında bir cariye vermiş ve Baki bu cariye ile evlenmiştir. Kaynakların belirttiğine göre, bu kadın şiir de söylermiş. Baki’nin uzun bir süre bekâr kaldığı, ancak hayatının sonlarına doğru evlendiği ve iki oğlu olduğu bilgilerimiz arasındadır. Büyük oğlu Mehmed Efendi, Aralık 1586’da doğmuş, müderrislik ve kadılıklarda bulunduktan sonra, 1630 yılının Mayıs ayında ölmüştür. Kaynaklar, Mehmed Efendi’nin “Şeyhî” mahlasıyla şiirler yazdığını belirtmiştir. İkinci oğlu Abdurrahman Efendi’nin doğum tarihi belli değildir. Bu kişi de müderrislik ve kadılıklarda bulunmuş, 1635/1636 yılında ölmüştür.
Baki’nin ikinci oğlu Abdurrahman Efendi’nin, 1616’da doğmuş olan Es’ad adlı oğlu da müderrislik ve kadılıklar yapmış, Aralık 1665 yılında ölmüştür. Fâ’izî mahlasıyla şiir söyleyen Es’ad’ın takdir edilen bir şair olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Es’ad Efendi’nin İsmâîl adında bir oğlu olduğunu ve Remzî mahlasıyla şiirler de söyleyen bu kişinin ilmiye mesleğinde bulunarak, İstanbul kadılığına kadar yükseldiğini, Sâlim Tezkiresi haber vermiştir. Tezkire, İsmâîl Efendi’nin Nisan 1703’te öldüğünü de kaydetmiştir.
9. Şahsiyeti
Kaynaklarımız, Baki’nin hususi hayatına ve kişiliğine dair bilgiler de vermektedir. Buna göre, Baki, hoşsohbet, neşeli, şen, düşündüğünü hemen söyleyen, sırası gelen nükteyi, neresi olursa olsun sarfetmekten çekinmeyen, nüktedan bir yaradılışa sahiptir. Yeri geldikçe nüktelerini her türlü mecliste söylemekten, karşısındakini tenkit ve tariz etmekten çekinmeyen Baki, aynı zamanda geveze ve dedikoducu imiş. Bu özelliği, ona birçok dost kazandırmış; ancak bazı devlet adamlarını da darıltmıştır. Baki’nin nükte ve latifeleri dillerde dolaştığı gibi, eski kitap ve mecmualara da kaydedilmiştir.
Baki, dostları ile karşılıklı hicviyeler söylemekten hoşlanırmış.
Nev’î ile karşılıklı söylemiş olduğu hiciv ve latifeleri çok ünlüdür; fakat Baki, latifelerinde nezaket sınırlarını aşmamış, nazik ve kibar mizaçlı insanlara yakışır şekilde davranmıştır. Yalnız Edirneli Emrî, Mecdî, Dimetokalı Deli Kerîm ve Tiryâkî Gubârî’nin, Baki hakkında ağır hicivleri vardır. Bu gibi kendini çekemeyen şairlerin hicivlerine pek değer vermeyen Baki, bu konuda onların üstünde kalmıştır. Baki, cevaplarında çoğu zaman ölçülü davranmıştır; ancak bazı yazma Baki Divanlarında görüldüğü üzere, az da olsa, küfürlerle dolu kıtaları da bulunmaktadır. Babasının çirkin sesli bir müezzin olması, Baki’nin “Karga-zâde” diye anılmasına sebep olmuş ve bu özellik hicivlere konu teşkil etmiştir. Nükteli eleştirilerinde zariflik sınırlarını aşmayan Baki, bu hicivlere gayet zarif ve nükteli cevaplar vermiştir.
Açık tabiatlı, temiz yürekli, iyi huylu olan ve herkese iyi muamele eden Baki, istemeyerek gönlünü kırdığı, darılttığı kimselerin hemen gönlünü almaya çalışırmış.
Öğrencilik hayatında zevk ve eğlenceye düşkün, aynı zamanda rint-meşrep (rint mizaçlı) olan Baki, resmî hayatında gayet ciddi olmuştur. Memurluk ve kadılık yıllarında ise hakkı ve adaleti yerine getirmede titizlik göstermiştir.
Baki, yaşamayı seven, zevk ve eğlenceye düşkün biri olarak bilinir.
Kışın bozahane sohbetlerini ve içki meclislerini kaçırmamış, yazın da bahçelerde düzenlenen eğlencelere şiir ve sohbetleri ile katılmıştır. Öyle ki, Kanuni Sultan Süleyman’ın içki içilmesini yasaklayarak, şarap gemilerini Galata ve İstanbul arasında yaktırmasına en çok üzülenlerden biri de o olmuş ve bu konudaki üzüntüsünü bir gazelinde dile getirmiştir. Zevk ve sefaya düşkün mizacına rağmen, serseri ve perişan bir hayat geçirmemiştir. Kaynaklar onun dindar bir insan olduğu konusunda da bilgi vermektedir.
Baki’nin en önemli zaafı mevki hırsıdır.
Mevki hırsı, bütün hayatı boyunca, ihtiyar yaşlarında daha çok olmak üzere, sürmüştür. Mesleğinde ilerleyebilmek için her türlü imkânı değerlendirmiş, söylediği kasideleri ile padişahlara yaklaşmaya, padişahlara yakın devlet adamlarından yararlanmaya çalışmıştır. Parlak zekâsı sayesinde ilk önce hocaları Ahîzâde Karamanlı Mehmed Efendi ve Kadızade Şemseddîn Ahmed Efendi’nin sevgilerini, daha sonra Hasan Ağa ve Mehmed Çelebî vasıtası ile Ebussuûd Efendi’nin himayesini kazanmıştır. Fakat saraya intisabını sağlayarak, Kanuni’nin lütuf ve ihsanlarını temin eden Ferhâd Ağa’dır. Baki, bu kişinin sayesinde şiirleriyle Kanuni’nin dikkatini çekmekte başarılı olmuştur. Rüstem Paşa’ya yaklaşabilmek için Filibeli Mahmûd Efendi’ye intisaba çalışmış, daha sonra sadarete getirilen Semiz Ali Paşa’nın himayesini temin gayesiyle ona iki güzel kaside sunmuştur.
Kanuni’nin ölümünün ardından, II. Selim döneminde, gözden düşen ve eski ihtişamlı günlerini arayan Baki, yazdığı bir methiye ile de Ferîdûn Bey’e yaklaşmış, adı anılan kişinin yardımıyla Sokullu Mehmet Paşa’nın himayesini kazanmıştır. Hatta Baki, Kanuni Sultan Süleyman’ın vefatı üzerine söylediği ünlü mersiyenin yedinci ve sekizinci bentlerini dönemin padişahı II. Selim ve Sokullu için ayırmış, bir taraftan da gazelleriyle Sultan II. Selim ve III. Murat’ın iltifatlarını elde etmiştir. Görüldüğü gibi Baki, kendisine yardım edecek, elinden tutacak dost ve hamiler bulmuştur.
Sanat hayatında olduğu kadar mesleki hayatında da başarılı olmuş, böylece rahat bir ömür sürmüştür. Ancak hayatının sonlarına doğru, şeyhülislam olabilmek için padişaha üst üste kasideler sunması ve yalvarırcasına bir üslup kullanmasının yanı sıra, bazı entrikalara karışmış, yardımlarını gördüğü ve medrese arkadaşı olan Hoca Sâdeddîn Efendi’yi darıltmıştır. Bu durum, Baki’nin beşerî zaafının ve mevki hırsının en açık göstergesidir.
10. Edebî Kişiliği
XVI. asır Osmanlı Türkçesi Edebiyatı’nın en büyük şairi olan Baki, şiir sanatındaki üstün mevkiini asırlarca muhafaza etmiş; yalnız çağdaşları tarafından değil, daha sonraki asırlarda da üstat kabul edilmiştir. Divan şiirinin en büyük ve önde gelen şairlerinden biri olan bu sanat dehası hakkında bilgi veren tezkireler, onun eşsiz bir şair olduğu görüşünde birleşirler. Devrinde “Sultânü’ş-Şu’arâ (Şairler Sultanı)” diye de tanınan Baki’nin, güçlü bir şair olmasında en büyük etken, hiç şüphesiz, kişisel yeteneğidir. Şöhreti genç yaşta Osmanlı ülkesinin dört bir yanına yayılan, kendisinden öncekileri ve çağdaşlarını gölgeleyen bu usta şairin başarısında, edebî kültürünün ve ilminin de büyük etkisi olmuştur. Baki, âlim ve zeki bir şairdir. Aynı zamanda, Baki, divan şiirinin bütün inceliklerini ve nazım tekniğini iyi bilen, Türkçemizi kullanmada usta ve yetenekli bir sanatkârdır.
Baki’nin şiirlerinde, kendi dönemine kadar gelen divan şairlerinin işlediklerinden farklı, orijinal bir felsefe yoktur.
O, kendisinden önce gelmiş Türk ve İran şairlerinin ifade ettikleri fikirlerden, ruhuna uygun bulduklarını seçerek, ustaca işlemiştir. Baki, zevk ve sefaya, eğlenceye düşkün rint bir şairdir. Ona göre, insan ömrü “gül devri”, yani ilkbahar mevsimi gibi çok kısadır; insan, bu kısacık ömrünü en iyi biçimde değerlendirmeli, zevk, sefa ve eğlence ile geçirmeli, mümkün olduğunca hayattan kâm almalıdır. Epikürizm denilen bu düşünce tarzına göre, insan, gayet kısa olan ömrünü elden geldiğince değerlendirmeli, gününü gün etmeli, gam ve kederi bir tarafa atmalıdır. İnsanın bugünü değerlendirmesi, yarının endişesine düşmemesi gerekir. Söz konusu hayat görüşünü, daha önce, İran Edebiyatı’nda Ömer Hayyâm rubailerine yansıttığı biçimiyle dile getirmiştir. Baki de Hayyâm’ın doğrultusunda, gazellerinde yaşamaya ve eğlenceye olan düşkünlüğünü samimi bir dille ortaya koymuştur. Ancak şairin dünyaya bağlılığı, aşırı derecede olmayıp gayet ölçülüdür.
Baki, gazellerinde işlediği dünyadan zevk almaya yönelik felsefesiyle, çağdaşı Fuzûlî’den ayrılır.
O, Fuzûlî gibi derin ve büyük ıstırapların şairi olmak yerine, hayatın zevk ve eğlencelerine yönelmiş bir şiir ustasıdır. Zaman zaman talihten, felekten ve kadirbilmezlikten şikâyet ettiği de görülen şair, kaza ve kadere rıza gösterir, boyun eğer. Bedbinliğe düşmez; olayları ağırbaşlı bir şekilde karşılamasını bilir. Istırabının hissedildiği beyitleri de vardır; ancak bunlarda şairin ıstırabının tamamen yüzeysel olduğu, yaşamaya olan bağlılığı hemen hissedilir.
Ömrün kısa olduğunun farkında bir şairdir.
Feleğin gam ve kederine tahammül etmeyen Baki, zaman zaman, ömrün gayet kısa olduğunu, günlerin süratle geçip gittiğini düşünmüş; bu konudaki düşüncelerini lirik bir şekilde dile getirmiştir. Bazen de bu kısacık ömrün, dünya meşgaleleri uğruna heba edildiğini üzülerek söylemiş; bu geçici dünyada her şeyden önemli olan; insanın günlerini huzur içerisinde geçirmesidir, demiştir. Kalbin bir nefeslik huzurunu, dünyanın bütün malına ve mülküne değişmeyeceğini şiirlerinde ifade etmiştir.
Baki, ölümü, ağırbaşlı bir rint tavrıyla karşılar.
İnsanın, her şey gibi, sonunda yok olacağının; bunun için de gam çekmeye, üzülmeye gerek olmadığının farkındadır. Ölümden korkmaz; ama her insan gibi ölüm karşısında duygulanır, sevdiği dünyadan ayrılması gönlüne burukluk verir. Fakat ölümün kendisi için ölümsüzlük, sonsuzluk olacağını gayet iyi bilir ve bununla teselli bulur.
Hayata sıkı sıkıya bağlı, zevk ve sefadan hoşlanan, eğlenceye düşkün, fâni ömrün boşa geçmesine gönlü razı olmayan şairin, Fuzûlî’de olduğu gibi ulvi bir aşkı değil, her an değişebilen, beşerî bir aşkı şiirlerinde işlediği görülmektedir. Aşkı, sürekli ve ciddi olmaktan çok, geçici bir eğlence olarak gören Baki, şiirlerinde maddi aşkı işlemiştir. Onun sevgilileri ise maddi varlıkları hissedilen güzellerdir. Mecazi aşka düşkün olan Baki, bu aşktaki samimiyetini her fırsatta ortaya koymuştur. Ayrılığa ve ayrılığın verdiği maddi ıstıraba tahammülü olmayan şair, kavuşmayı ister. Dert ehlinin ayrılıkta bulmaya çalıştığı “hâlet” yerine, “visâl”i tercih eder ve bazı beyitleriyle Fuzûlî gibi düşünenlere karşı çıkar.
Baki, şiirlerinde güzelliğin ölçülerini de göstermiştir.
Güzel, uzuvlarının güzelliği yanı sıra, hareketlerinde şirinlik olan ve görenleri cezbedici özelliğe sahip biri olarak tasvir edilmiştir. Ona göre, işte bu özellikleri kendisinde toplayan gerçek güzeldir. Baki, güzel olanda iyi huyun olması gerektiğini söylemiş, sade bir güzeli gösterişli olana tercih etmiş, böyle bir sevgiliyi iki cihana bile değişmeyeceğini belirtmiştir. Bu konuda, kalpleri ürperten, coşkun bir lirizmin var olduğundan söz etmek mümkün değildir. Baki, bu bakımdan Nedîm’e benzer. Divan’ında Nedîm’i müjdeleyen beyitlere, bu açıdan, sık rastlanmaktadır.
Baki’nin şiirlerinde lirizm coşkun bir hâlde değildir.
Ancak, bunu, şairin duygu yönünden fakir biri olduğu anlamına almamak gerekir. Kanuni Sultan Süleyman için söylediği mersiye, Baki’nin bu yönden ne kadar güçlü bir şair olduğunu göstermeye yeterlidir. Bu arada, Baki’nin aklı ön planda tuttuğunu, duyguya fazla ağırlık vermediğini hatırlamakta yarar vardır.
Şiirlerinde din dışı konuları işler.
Baki’nin şiirlerinde, çağdaşları, Hayâlî Bey ve Taşlıcalı Yahyâ Bey’de görülen tasavvufi zevk hemen hiç görülmez. Divan’ında rastladığımız tasavvufla ilgili kelime ve terimler, hüner göstermek için kullanılmış, sayısı sınırlı, hemen her Divan şairinin kullanageldiği tarzdadır. Sayıları az olan bu beyitlerde, samimiyetin izlerini görmek de mümkün değildir. Baki, tasavvuf yerine, yaşadığı hayatla ilgilenmeyi tercih etmiştir. Nitekim Divan’ında tevhit, münacat, naat gibi dinî şiirlerin yer almadığı görülmektedir. Şair, Divan’ına Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu bir kaside ile başlamıştır. Bununla birlikte, şiirlerinde Allah’ın güzel adları, kudret ve sanatı; O’nun karşısında insanın acizliği; gaybı yalnızca O’nun bildiği, insanın O’na iltica etmesinin gerekli olduğu… gibi hususları sık sık görürüz. Ayrıca, ibadetteki ihmaline hayıflanan ve kıyamet günü yüzünün kara çıkacağından korkan şair, ömrünü boş şeylerle geçirdiğine de üzülür.
Baki’nin hikemî alanda söylediği beyitleri fazla değildir.
Ancak, sıkıntılı günlerinde, memuriyetten azledildiği dönemlerinde söylediği beyitleri hikemî alandadır. Baki, devrinde kadrinin bilinmediğini, iltifatın layık olmayanlara yapıldığını, dünyanın geçiciliği, dünyaya bağlanmamak gerektiği, burada huzur bulmanın imkânsızlığı, hüner ehlinin bu dünyada mutluluğa eremediği… gibi konuları hikemî bir tarzda beyitlerinde işlemiştir.
O bir İstanbul şairidir.
Baki’nin şiirlerinde mahallî çizgilerin, özellikle İstanbul’la ilgili tasvirlerin bulunduğu görülmektedir. Şair, yaşadığı çevreyi anlatmış; çevresi ve gerçek tabiatla ilgilenmiştir. Bu bakımdan çoğu zaman soyutluğa düşmemiş, soyuttan çok somutu, gözle görüleni anlatmaya dönük şiirler yazmıştır. Mısralarında hayatın çeşitli bölümlerinden örnekler verdiği gibi, şiirlerinde İstanbul’un mevsimlerini, mehtaplı gecelerini, gezmeye çıkan güzellerini… adeta bir ressam gibi, tablolar çizerek gözler önüne sermiştir.
Şiirlerinde gerçek hayatı yansıtan Baki, tabiat tasvirlerini de sıkça kullanır.
Bütün mevsimleri, kendi güzellikleriyle ve bir renk cümbüşü içerisinde anlatmıştır. Baki’nin en çok sevdiği mevsim, bahardır. Baharın neşesiyle söylediği beyitler, eserinde büyük yer tutar. Şairin, salt tabiatı işlediği beyitleri de vardır; ancak, insansız tabiatı pek düşünmez. Genellikle, insanda tabiatı, bazen de tabiatta insanı görmeye çalışır. Baki, içinde insan olmayan tabiatı kuru bulur ve şiirlerinde insan-tabiat ilişkisini işler. Tabiatta bulunan güzellikleri, insandaki çeşitli güzellik unsurlarına benzetir, yani tabiat unsurlarını tam tersine çevirerek kullanır. Bu hususta yenilik yapan Baki’dir. Daha sonraki yüzyıllarda buna sık rastlamak mümkündür. Divan’ında realist tabiat tasvirleri bulunan şair, doğaya, zevk ve eğlenceye açık yönü ve üslubu ile 17. yüzyılda Şeyhülislam Yahyâ’ya, 18. yüzyılda Nedîm’e öncü sayılmıştır.
Baki’nin tabiat tasvirleri, birer tablo hüviyeti taşımasının yanı sıra, renkli ve göz kamaştırıcıdır.
Ayrıca, onun mısralarında devrin toplum hayatına, zenginlik ve ihtişamına dair izleri de görmek mümkündür. Bu tür şiirleri, sanki Kanuni devrine tutulmuş bir ayna gibidir. Zaferle sonuçlanan savaşlardaki gürültü ve kargaşayı duyar, bahar mevsiminde düzenlenen eğlenceleri, refah ve zenginlik dolu hayatı görür gibi oluruz. Mısralarına yerleştirdiği kıymetli taş ve madenler, mücevherlerle de o devrin zenginliğine işaret eder.
Baki’nin şiirlerinde musiki, resim, renk ve ışık unsurlarına dair tabirlere de önemli ölçüde yer verilmiştir. Baki, şiiri musiki ile resme yaklaştıran büyük bir sanatkârdır. Şiirle musiki ve şiirle resim arasındaki yakınlığı, beyitlerinde dile getiren Baki’nin, şiirlerinde az da olsa tezhip sanatına dair tabirlerin de yer aldığı görülür. Renk duygusu gayet kuvvetli olan Baki, mısraları ile çizdiği tablolarda, renklerin birbiriyle uyum içinde olmasına dikkat ve özen göstermiştir. Tabiat tasvirlerindeki renklerin çeşitliliği ve canlılığı dikkat çeken şairin, şiirlerine, renklerden özellikle kırmızı hâkimdir.
Baki’nin şiirlerinde derinlik yoktur.
Onun şiirlerinin önemli yanlarından biri nükte ve zarafettir. Şair, şiirin özellikle bu yönü üzerinde durmuştur. Ona göre, güzel şiirde herkesin kolayca anlayamayacağı ince anlamların bulunması gerekir. Baki, sade şiirden hoşlanmaz; fakat Baki’nin şiirlerinde ilk bakışta anlaşılamayan derin ve girift anlamlar, iç içe geçmiş mazmunlar bulamayız. Çağdaşı Fuzûlî’de görüldüğü gibi, Baki’nin şiirlerinin ilk anlamları arkasında başka ve derin anlamlar yoktur. Duygu ve düşüncelerini olduğu gibi, ancak, nükteli ve sanatlı bir biçimde ifade etmeyi ister. Şiirlerine, zekânın eseri olarak, inceden inceye işlenmiş olan nükteler, okuyanı hayran bırakır. Baki, nükteli ve zarif şiirlerin, aynı zamanda, eğlenceli olduğunu düşünür.
Baki, gazel şairidir.
Kasidelerinde de başarılı olmuş, özellikle nesib bölümlerinde yapmış olduğu ihtişamlı tasvirlerle güçlü bir şair olduğunu kanıtlamıştır; ancak bütün kasidelerinin aynı güzellikte olduğunu söyleyemeyiz. Gazele verdiği önemi ve değeri şiirlerinde ifade eden Baki, yek-ahenk gazeller yazarak bu tarzda yenilik getiren bir şairdir. Bazı gazellerinin bütününde tek konuyu işlemiştir.
Baki’nin şiirlerinde en çok düşkünlük gösterdiği unsur, edebî sanatlardır. Kelimelerle ustalıkla oynamasını bilen şairin, şiirlerinde yapmacık bir söyleyiş ve zorakilik asla hissedilmez. Teşbih ve istiarenin dışında, edebî sanatlardan en çok tevriye, iham-ı tenasüp, hüsn-i talil ve cinas sanatlarına yer ayırmıştır. Bir beyitte yer alan kelimelerin birbiriyle uyum ve anlam bakımından yakınlığını kurmuş, böylece mısra cümlesini sağlamlaştırmıştır. Kelime oyunlarını sık sık yapmıştır.
Baki’nin şiirlerinde şekil bakımından mükemmellik vardır.
Onun şiirleri, şekil bakımından kusursuz, nazım tekniği yönüyle sağlam olup İranlı ünlü şairlerin şiirlerine teknik yönünden ulaşmıştır. Nazım tekniği, Baki‘nin elinde mükemmele ulaşmıştır. Aruza son derece hâkim olan bu usta sanatkâr, o devir şairlerinin düştüğü nazım sorunlarından kurtulmuştur. Baki, şiirin dış cephesini sağlamlaştırırken, içyapıyı da ihmal etmemiş, orijinal hayal ve mazmunlarla mısralarını süslemiştir. Ona göre, şiir, tekniği sağlam ve zarif olmalıdır. Baki “mana (anlam)” ve “eda (ses)”yı birbirini tamamlayan unsurlar olarak görmüştür.
Baki, şiirin dış mimarisi, özellikle ses unsuru üzerinde durmuştur.
Şair, mısralarını kurarken kelimeleri ustaca seçmiş, bu hususta gayet titiz davranmıştır. Bunu yapabilmek, kabiliyet ve hüner ister. İnce nakışlar yapan bir nakkaş gibi mısralarını işlediğini, seçtiği kelimeleri mısralarına ustaca yerleştirmeye çalıştığını belirten şair, kelimelerin müzikalite bakımından yüksek ve uyumlu olmasına dikkat etmiş, mısralarının birer musiki cümlesi hâline gelmesini sağlamıştır. Kelimelerin yan yana gelmesinden doğan armoninin yanı sıra, bazen mısra içerisinde asonans, aliterasyon ve söz tekrarlarına da rastlamak mümkündür.
15. yüzyılda başlatılıp 16. yüzyılda da sürdürülen Türkçe kelimelerle kafiye yapma gayretine, 16. yüzyılda Baki de katılmış ve bunda başarılı olmuştur.
Baki’nin bir başka başarısı da, şiirlerinde temiz, sade ve külfetsiz İstanbul Türkçesini kullanmasında görülmektedir. Öyle ki onun şiir diline soktuğu bu İstanbul Türkçesini, 18. yüzyılda Nedîm şiir dili hâline getirmiştir. Mısralarının büyük bir kısmında sade ve doğal bir Türkçe kullanmasının yanı sıra, ağır bir dille söylemiş olduğu mısralarının da bulunduğunu belirtelim; ancak onun kültür, ilim ve zekâ seviyesindeki biri için bunu doğal karşılamak gerekir.
Dilimizde yer alan Arapça ve Farsça kelimeleri ustaca kullandığı gibi, halk söyleyişlerini de şiirlerine almıştır.
Baki’nin şiirlerinde atasözlerimizin, özellikle deyimlerimizin çokluğu dikkati çekmektedir. Bilindiği gibi, şiire halk deyimlerini yerleştirmek, 15. yüzyılda Necâtî Beğ ile başlatılmıştı. Baki, bu hamleyi bilinçli bir şekilde devam ettirmiş, aynı zamanda bunları sık kullanarak, mısralarının anlamca daha zengin bir duruma gelmesini sağlamıştır. Şairin kullandığı deyimlerin büyük bir bölümü, zamanımızda da kullanılmaktadır. Ayrıca Baki’nin bazı mısraları da vecize hâline gelmiştir. Baki Divanı’nda yer yer eski (arkaik) kelime ve ekleri de buluyoruz.
Nazım diline getirdiği yeni sesle, İran örneklerine yakın şiirler söylemiş olan Baki’nin, temiz ve sağlam bir üslubu vardır.
Kişisel çabasıyla ortaya koyduğu bu yeni üslup, gayet açık ve akıcıdır. Bu üslup ile diğer şairlerin üstünde olduğunu, şiir sanatına yeni bir ses, yeni bir söyleyiş getirdiğini, şiirlerinde göğsünü gere gere, böbürlenerek dile getirmiştir.
Baki üzerinde Şeyhî, Necâtî Beğ, Ahmed Paşa, Hayâlî Beğ, Mesîhî, Ahmedî ve Zâtî gibi divan şiirinin kendisinden önceki usta şairlerinin etkileri görülür.
Bunlardan özellikle Necâtî’nin etkisi, kendisini kuvvetle hissettirir. Baki’nin edebî kişiliğinin gelişmesinde Necâtî’nin payı, diğerlerine göre fazladır. Ancak, Baki, üzerindeki bu etkilerden kısa zamanda kurtularak şiirde orijinalliği yakalamış, Türk klasizmini en yüksek seviyesine ulaştırmış ve Divan şiirine kendi damgasını vurmayı başarmıştır. Söylediği nazirelerin büyük bir bölümü, Necâtî’nin şiirlerinedir.
Baki, Necâtî ve yukarıda adlarını saydığımız şairlerin dışında Nişânî, Adnî, Gazâlî (Deli Birâder), İshak Çelebî, Ahmedî, Şevkî-i Selef, Bursalı Sâfî, Şamluoğlu Mustafa Beğ, Kadrî Çelebî, Karamanlı Nizâmî, Tâli’î, Usûlî, Bursalı Rahmî, Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman), Sûzî Çelebî, Âlî Çelebî, Mesîhî, Ubeydî, Ulvî, Şânî… gibi şairlere de nazireler söylemiştir. Baki’nin üzerinde Fuzûlî’nin etkisi olduğu bazı eserlerde kayıtlıdır; ancak, bu etkinin kuvvetli olmadığını da belirtmekte yarar vardır. Baskı Baki Divanlarında bulunan “Tahmîs-i gazel-i Fuzûlî-i Bağdâdî” başlıklı şiir, Baki’ye değil, Baki ile aynı tarihte ölmüş olan Mânî (Şeyh Mehmed)’ye aittir.
Baki’nin üzerinde Hâfız-ı Şîrâzî, Hüsrev-i Dihlevî, Selmân-ı Sâvecî, Kemâl-i Hocendî gibi İranlı şairlerin de etkisi vardır. Baki, bunlardan özellikle Selmân’ı sık anar ve onunla kendisini karşılaştırır. Şiirlerinde, zamanın Selmân’ı olduğunu söyler.
11. Baki’nin Türk Edebiyatındaki Yeri
Baki, daha hayatta ve hayatının orta yaşlarında iken, çok geniş, erişilmez bir şöhret ve itibar kazanmış; sanatının, dilden, şiirden ve bütün sanatlardan çok iyi anlayan bir devrede, yüksek muhitler ve geniş kitleler tarafından takdir edildiğine bizzat şahit olmuştur.
İdrak ettiği dört padişah devrinde, gittikçe artan bir üne kavuşmuş, ünü başta Anadolu olmak üzere, Mısır, Irak, Azerbaycan, İran ve Hindistan’a kadar yayılmıştır. Şöhreti ülke sınırlarını bile aşan bu sanat dehası, çağdaşları ve ölümünden sonra gelen ünlü şairler tarafından daima takdir edilmiştir. Divanı, imparatorluğun birçok yerinde defalarca istinsah edilmiş, ölümünü izleyen yıllarda ise Baki Divanı yazıp satmakla geçinen insanlara rastlanmıştır.
Divan Edebiyatında Baki Ekolü
Daha hayatında başlayarak, Türk şiirinde, Baki gibi yazmak büyük meziyet sayılmış, Anadolu ve Balkanlar Türkçesi Edebiyatı’nda Baki gibi yazmak isteyenlerin oluşturduğu bir Baki Mektebi kurulup devam ettirilmiştir. 16.-19. yüzyıllar arasında yaşamış olan birçok ünlü Divan şairi, Baki’ye nazire olarak gazel ve kaside yazmışlar, yüzyıllarca onun gazellerini tahmis ve tesdis etmişlerdir. Hatta İstanbullu Ümîdî, İstanbullu Tâbî gibi orta sınıf şairler, Baki’yi taklit etmekle övünmüşlerdir.
Onun sanat kudreti, bütün Osmanlı şairleri ve tezkireciler tarafından tasdik edilmiş; kendi çağında “Sultânü’ş-Şu’arâ (Şairler Sultanı)” olarak anılmış ve ölümünden sonra da mevkiinden indirilmemiştir.
Baki hakkında bilgi veren ilk kaynak, 1546 yılında tamamlanmış olan Latîfî Tezkiresi’dir. O sıralarda, yirmi yaşında bir genç olan Baki için tezkire sahibi, genç, hevesli ve kabiliyetli gibi sözler kullanmıştır.
Gülşen-i Şu’arâ adlı tezkirenin sahibi Ahdî, Baki’yi kasidede Ümîdî, gazelde Hilâlî, darb-ı meselde Seyfî ile kıyaslayarak onun şairliğini ortaya koymuştur.
Baki’nin usta bir şair olduğu zaman tamamlanmış olan Âşık Çelebî’nin Meşâ’irü’ş-Şu’arâ adlı tezkiresinde, onun devrin en büyük şairi olduğu yazılıdır. Adı geçen tezkirenin sahibi Âşık Çelebî, Baki’nin, benzeri bulunmayan bir şair olduğunu söylemiştir.
1586 yılında yazılan Kınalızâde Hasan Çelebî Tezkiresi, Baki’nin şöhretinin ülkenin her tarafını kapladığını belirtmiştir. Bu tezkirede, Hasan Çelebî, onu İran’ın tanınmış şairlerinden Selmân, Hüsrev ve Zahîr’e benzetmiştir.
Baki’nin yaşlılığını, hayatının son yıllarını, hatta ölümünü gören Riyâzî, Riyâzü’ş-Şu’arâ adlı tezkiresinde, Baki’yi, devrinin ve daha önceki yüzyılların en büyük şairi olarak anmış, şöhretinin İran’a, hatta Hindistan’a kadar gittiğini söylemiştir.
Baki ve Selman
Baki’nin, şiirlerinde, İran Edebiyatı şairlerinden Selmân-ı Sâvecî’yi sık olarak andığını, kendisini bu şairle karşılaştırdığını ve aynı zamanda kendisini zamanın Selmân’ı olarak gördüğünü daha önce belirtmiştik. Baki’nin çağdaşı ve arkadaşı Nev’î bile, ondan zamanın Selmân’ı diye bahsetmiş ve Baki’nin Selmân seviyesinde bir şair olduğunu, bir beytinde dile getirip tasdik etmiştir.
Baki’ye karşı duyulan bu takdir, Tanzimat’tan sonra da aynı kuvvetle devam etmiş ve Baki, Ziya Paşa, Namık Kemal, Muallim Naci gibi en salahiyetli Tanzimat şairleri tarafından da Türk Divan şiirinin bir merhalesi ve Türk şiir dilinin güçlü bir sanatkârı kabul edilmiştir.
Baki’nin ünü, hemen 16. yüzyıldan başlayarak, imparatorluk sınırlarını da aşmış; şiirleri İran, Irak, Azerbaycan, Mısır Türkleri ve Hintliler tarafından da zevk ve ilgiyle okunmuştur. Hammer gibi, Gibb gibi Avrupalı müsteşrikler de Baki’nin Türk şiirindeki müstesna yerine dikkat etmişlerdir. Hammer, Baki’yi, İranlıların Hâfız-ı Şîrâzî’si ile denk bir şair olarak kabul etmiştir.
Baki hakkında, 20. yüzyılın büyük edebiyat tarihçisi Mehmet Fuat Köprülü tarafından ileri sürülen görüş de şöyledir:
Fuzûlî’yi kendi müstesnâ ve erişilmez mevkiinde bir tarafa bırakacak olursak, umûmiyetle XVI. asrın en büyük Osmanlı şâiri sayılan Baki, Osmanlı şiirinin tekâmülü üzerindeki derin ve devamlı tesîri ile bu takdîre lâyık olduğunu isbât etmiştir
Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü, T.İ. Ansiklopedisi, c. II, s. 247
Yahya Kemal’e göre divan edebiyatının en büyük sanatçısıdır.
Yine 20. yüzyılda bir neo-classicisme (new-klasizm) hamlesi yaparak, divan şiirine yeni bir hayat ve itibar kazandıran üstat şair Yahya Kemal Beyatlı da Osmanlı Divan şairleri arasında, en üstat şairin Baki olduğu inancındadır. Yahya Kemal, Baki’nin dönsün redifli gazelini, meşhur Hazan Gazeli’ni, onun Kanûnî Mersiyesi ve daha birkaç şiiri ile birlikte, Türk klasik şiirinin şaheserleri arasında karşılar.
Baki, hem devrinde, hem de daha sonraki yüzyıllarda yetişen şairler üzerinde derin ve daimî etkiler meydana getirmiştir.
Hocası Zâtî dahi, daha önce de belirttiğimiz gibi, onun bir matla beytini gazel hâline getirmiş ve bu hareketini kınayanlara; “Baki gibi bir şairin şiirini uğurlamak ayıp değildir.” cevabını vermiştir. Baki, devrin büyük şairlerinden Nev’î üzerinde bile etkili olmuştur.
Baki’yi en çok taklit eden 16. yüzyıl şairlerinden Ümîdî’dir.
Şair, bu bakımdan Ümîdî’ye çok kızar ve “Ümîdî bizi yineler.” dermiş. Bunun dışında, Baki’yi tanzir, tahmis ve tesdis eden şairlerden bazıları şunlardır: Nev’î, Nâlî, Hâlis, Âzerî Çelebî, Fürûgî, Firdevsî, Sânî, Gelibolulu Âlî, Vahdetî, Zihnî, Ulvî, Bursalı Cinânî, Şeyhülislam Yahyâ, Nev’îzâde Atâyî, Riyâzî, Nef’î, Tıflî, Sâmî, Nedîm, Neylî, Seyyid Vehbî, Nazîm, Sürûrî, Hoca Neş’et, Hâkânî, Nâbî, Sâbit, Leylâ Hanım, Şeref Hanım. Bu arada, Tiryâkî Gubârî ve Tâbî’nin de Baki’ye pek çok nazire söylediğini belirtelim. Âsâf mahlasıyla şiirler yazan Damad Mahmûd Paşa da şaire beş tahmis, iki nazire yazarak son taklitçisi olmuştur.
Hayatta iken Baki’nin ünü, Osmanlı Devleti sınırlarını aşarak Irak, İran, Azerbaycan, Mısır ve hatta Hindistan’a kadar gitmiştir.
Sâdıkî-i Kitâbdâr, Mecma’u’l-Havâs adlı eserinde, Baki’nin İran ve Azerbaycan’da en büyük şair sayıldığını söylemiştir. Muhyî de, Kâfiye Risâlesi’nde, onun Tebriz’de sevilerek okunduğunu belirtmiştir. Riyâzî, zamanının İran şahı, vezaret şartı ile İran’a gelmesi için Baki’ye mektup göndermiştir, demiştir; fakat şair bu durumu kabul etmemiştir.
16. yüzyıl şairlerinden Sâfî, Baki hakkında, nazik edalı ve şiir sanatının şahı olduğuna dair bir mısra söylemiştir. Baki, ölümünden sonra da etkisini kuvvetle sürdürmüştür. 17. yüzyıl şairlerinden İbrahim Cevrî Efendi, Sâlih Paşa’ya sunduğu bir kasidesinde, Baki’nin üstat olarak kabul edildiğine işaret etmiştir. Aynı yüzyılın ve Türk Edebiyatı’nın en büyük şairlerinden Nef’î üzerinde de açık bir Baki etkisi görülmektedir. Nef’î’nin;
Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem Açsun bizüm de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem
matlalı ünlü kasidesi, Baki’nin II. Selim’i övdüğü müzeyyel bir gazeline naziredir. Nef’î, Baki’nin bir mısraı ile bir beytini de tazmin etmiştir. Ayrıca bazı beyitlerinde Baki’yi takdir etmiş ve ona duyduğu hayranlığı gizlememiştir.
Divan şiirinde hikemî tarzın kurucusu ve en büyük temsilcisi sayılan 17. yüzyıl şairi Nâbî de bazı beyitlerinde Baki’yi takdir etmiştir.
Mahallileşme Akımı üzerinde etkili olmuştur.
Gerek dönemi, gerekse ölümünden sonra etkisini ta Şeyh Gâlib’e kadar sürdüren Baki, ikinci sınıf pek çok şairi etkilemesinin yanı sıra, Türk Edebiyatı’nın en büyük şairlerinden Nef’î ve Şeyhülislam Yahyâ aracılığıyla Nedîm’i de etkilemiştir. Nedîm’de gördüğümüz rintlik, yaşamaya bağlılık, şuh ve serbest söyleyişler, tasavvufun bulunmayışı… gibi hususlarda Baki’nin etkisi görülür. Ayrıca, Nedîm, Baki’nin şiir diline soktuğu ve devam ettirdiği İstanbul Türkçesinin şiir dili olması gayretini gerçekleştirmiştir.
Bazı şiirlerinde Baki’den övgü ile söz eden ve kendisini onun mirasçısı olarak gören Nedîm, İbrahim Paşa’ya sunduğu bir kasidesine Baki’nin beytini almıştır. 17. yüzyıl şairlerinden Sâbit de yazmış olduğu bir dörtlükte, “Baki’nin bir mektep” olarak kabul edildiğine işaret etmiştir.
Baki, Divan şiirimizin son büyük temsilcisi Şeyh Gâlib üzerinde de etkili olmuştur. Bu husus, Baki’nin uzun yıllar üstat olarak kabul edildiğini göstermektedir.
19. yüzyılda, Tanzimat döneminde yetişmiş olan Ziya Paşa da Baki’yi takdir etmiş ve onun için bir beyit söylemiştir. 20. yüzyılda Türk Edebiyatı’nın mihenk taşları arasında yer alan Yahya Kemal de Baki’nin en beğendiği bir gazelini taştir ederek, hem Baki ile ortak şiir söylemenin lezzetini tatmış, hem de Türk şiirine taştir türünün bir şaheserini daha kazandırmıştır.
Yerli ve yabancı araştırıcıların, Osmanlı şiirinde önemli bir aşama teşkil ettiğini kabul ettikleri Baki’nin şiirleri, eski Osmanlı bestekârları tarafından da bestelenmiştir.
12. Baki’nin Eserleri
Baki’nin manzum ve mensur eserleri bulunmaktadır. Ancak Baki, edebiyat tarihimizdeki yerini Divanı’yla yapmıştır.
12.1. Baki Dîvânı
Baki’yi Türk Edebiyatı’nda sonsuz kılan ve Baki’nin en önemli eseri, Divanı’dır. Önce Kanuni Sultan Süleyman’ın emir ve isteğiyle onun sağlığında düzenlenmiş olup şairin daha sonra yazdığı yeni şiirlerin de eklenmesiyle, yine kendi hayatında, değişik tarihlerde yeni ve farklı tertipleri ortaya çıkmıştır. Baki’nin ölümünden otuz yıl kadar önce düzenlenmiş olan bu eserin, Türkiye ve Avrupa kütüphanelerindeki yazma nüshalarının sayısı, yaklaşık olarak 100’ü bulmaktadır. Türkiye’de, özellikle İstanbul kütüphanelerinde ve hususi ellerde çok sayıda yazmaları bulunan Baki Divanı’nın, Avrupa kütüphanelerinde de çok sayıda yazması vardır.
Baki Divanı’nda, daha önce de belirttiğimiz gibi, tevhit, münacat ve naat çeşidinden dinî duygulara tercüman olmuş şiirler bulunmamaktadır. Baki Divanı, Kanuni Sultan Süleyman’a sunulmuş olan, Baki Divanı’nda, daha önce de belirttiğimiz gibi, tevhit, münacat ve naat çeşidinden dinî duygulara tercüman olmuş şiirler bulunmamaktadır. Baki Divanı, Kanuni Sultan Süleyman’a sunulmuş olan,
Hengâm-ı şeb ki küngüre-i kasr-ı âsumân Zeyn olmış idi şu’lelenüp şem’-i ahterân
matlalı kaside ile başlar. Divan’da 27 kaside vardır. Bunlardan 17 tanesi devrin padişahlarına (Kanuni’ye 4, II. Selim’e 1, III. Murat’a 3, III. Mehmet’e 9), diğerleri ise devrin büyüklerine sunulmuştur: Sadrazam Semiz Ali Paşa’ya 2, Kubâd Paşa’ya 1, Ebussuûd Efendi’ye 1, Baba Efendi (Filibeli Mahmûd Efendi)’ye 2, Kadızade Şemseddîn Ahmed Efendi’ye 1, Ahizâde Karamanlı Mehmed Efendi’ye 1, Ebussuûd Efendi’nin oğlu Şam Kadısı Mehmed Çelebî’ye 1, Ferîdûn Bey’e 1 kaside. Her biri bir sanat şaheseri hâlinde söylenen kasideleri içinde, Kanuni Sultan Süleyman ve vezir Semiz Ali Paşa için yazılanlar özellikle değerlidir.
Baki Divanı’nda kasidelerin ardından 2 terkib-i bent (Kanuni Sultan Süleyman ve kızı Mihrümâh Sultan mersiyeleri), 1 terci-i bent (III. Murat’ın tahta geçmesi üzerine), 1 muhammes ve 5 tahmis (Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murat ve Necâtî’nin gazellerine) bulunmaktadır.
Sanatçının 550 civarında gazeli vardır.
Bunlardan sonra “Gazeliyyât” bölümü gelir. Bu bölümde 550 civarında gazel vardır. Baki Divanı’nın şiir sanatı bakımından ve bir çeşit “sanat için sanat” anlayışıyla söylenerek, şairin asıl hüviyetini belirten şiirleri, Kanûnî Mersiyesi’nden sonra sıralanan gazelleridir. Divan’da alfabetik sırayla dizilmiş bu gazeller, genellikle aşka, şaraba, rintliğe, sevgiliye ve çeşitli hayat hadiselerindeki manaya ait duygular, düşünceler, şevkler ve heyecanlarla terennüm edilmiştir. Bir kısmı asrın ve geçen asırların şairlerine nazire mahiyetindeki bu gazeller, 16. yüzyıl Osmanlı şiir sanatının bütün incelikleriyle işlenerek söylenmiştir. Gazellerin en büyük kısmı, kafiyeleri “r” harfiyle bitenlerdir.
Gazellerden sonra ise 1 kıta-i kebire (Kanuni Sultan Süleyman’ın medhi için), 19 kıta, 4 nazm, 1 tarih ve 34 beyit gelir. Divan’da önemsiz Farsça ve Arapça şiirler de vardır. Farsça 8 gazel, 3 tahmis (Hâfız-ı Şîrâzî’nin gazellerine), 3 mesnevi ve 3 matla beyti ile Divan tamamlanır.
Baki Divanı, değişik tarihlerde, değişik kişilerce bastırılmıştır.
Baki Divanı’nın ilk baskısı, İstanbul’da yapılmıştır (Dîvân-ı Baki, Mızıka-i Hümâyûn Litografya Tezgâhı, İstanbul, 1859/1860, s. 256.). Bu ilk baskıdaki şiir sayısı, daha sonraki baskılara göre oldukça eksiktir. Bu baskı, yanlış ve eksiklerle dolu bir nüshadır. Divan’ın ikinci baskısı, gazeller esas alınarak, Hollanda (Leiden)’da yapılmıştır (Baki’s Dîwân, Ghazellijjât, Yay. : Ord. Prof. Dr. Rudolf Dvorak, Leiden, I, II, 1908-1911, s. LXXV-666.). Leiden, Münih ve Leipzig nüshalarından yararlanılarak hazırlanan bu baskıda yer alan gazeller, harekeli olarak eski harflerle verilmiş olup, ayrıca gazeller arasında yer alan sekiz kaside, bir de kıta bulunmaktadır. Divan’ın metin bölümünden önce, Dvorak’ın yetmiş sayfalık bir de incelemesi eklenmiştir.
Baki Divanı’nın üçüncü baskısı, Sadeddin Nüzhet Ergun tarafından yapılmıştır (Sadeddin Nüzhet Ergun, Baki, Hayatı ve Şiirleri, c. I, Dîvân, İstanbul, 1935, s. XV-502.). Ergun, metni İstanbul kütüphanelerindeki 25 yazmayı gözden geçirerek hazırlamıştır. Bu baskıda, Baki Divanı, ilk kez yeni harflerle yayımlanmıştır. Anılan bu üç divan baskısı arasında, en doğrusu ve en tam olanı, Sadeddin Nüzhet Ergun’un baskısıdır.
Baki Divanı üzerinde en geniş kapsamlı bilimsel çalışma ise Sabahattin Küçük tarafından yapılmıştır (Baki Divanı, Tenkitli Basım, Hazırlayan: Sabahattin Küçük, TDK Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1994). Divan’ın çeşitli kitaplıklarda bulunan 12 yazma nüshasının karşılaştırılarak hazırlandığı bu yayın, Baki Divanı’nın en son, en tam ve en doğru divan yayınıdır.
Bunların dışında, Baki’nin şiirlerinden seçmeler suretiyle vücuda getirilmiş bazı çalışmalar da vardır.
Bunlardan biri Şemseddin Sami’nin “Baki’nin Eş’âr-ı Müntahabesi” adlı 112 sayfalık eseridir. Diğeri ise Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü’nün “Dîvân Edebiyâtı Antolojisi” adlı eserindeki 62 sayfalık “Baki” maddesidir. Bir diğer çalışma ise “Baki ve Divanı’ndan Seçmeler” adıyla Sabahattin Küçük’e aittir (Sabahattin Küçük, Baki ve Divanı’ndan Seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1988.). Ayrıca Hammer, Gibb ve Rypka gibi müsteşriklerin de tercüme ve incelemeleri vardır. Divan, Hammer tarafından da 1825’te kısmen Almancaya çevrilmiştir.
Divan’ın baskı ve yayınlarının fazla olması, resmî ve özel kitaplıklarda bolca yazma nüshalarına rastlanması, onun çok okunması ve sevilmesinin bir kanıtıdır.
Baki¸ mensur eserlerini Divanı’nın aksine, dinî konularda yazmıştır.
Böylece karakterine uygun düşen din dışı konulu şiirleriyle Divanı’nı oluştururken, dinî konulardaki derin bilgisini de aşağıda adlarını vereceğimiz mensur eserlerinde gösterir.
12.2. Me’âlimü’l-Yakîn fî Sîreti Seyyidi’l-Mürselîn
“Gönderilmiş peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed’in huyunda gerçek bilgi” anlamına gelen eser, bir siyer kitabıdır. Arap âlimlerinden İmâm Şihâbüddîn Ahmed bin Hatîbi’l-Kastalânî (1448-1517)’nin yazdığı El-Mevâhibü’l-Ledüniyye bi’l-Minâhi’l-Ahmediyye adlı siyer kitabı esas tutularak meydana getirilmiştir. Kastalânî, bu eserini 1494’te tamamlamıştır. Söz konusu eser, İslam ülkelerinde çok rağbet görmüş, Baki de bu eseri tercüme etmiştir. Ancak, Baki, tercüme sırasında birçok eserden yararlanarak tercümesini meydana getirmiştir; bu nedenle eser, bir tercüme eser görünümünden çok telif eser hüviyetini taşımaktadır.
Baki, Kastalânî’nin Şafii mezhebi usullerine göre hazırlamış olduğu kitabını, Hanefi mezhebi esaslarına göre değiştirmiştir. Eserde, Baki’nin dinî meselelerdeki engin bilgisini görürüz. Eserin, 1579 yılından önce tercüme ettirildiği bilinmektedir. İstanbul’da iki cilt hâlinde bastırılan bu eserin, yazmalardan çok farklı ve yanlışlarla dolu olduğunu da belirtmek gerekir (İstanbul, 1898). Söz konusu eserde, Baki’nin üslubunun akıcılığını ve doğallığını hemen görebiliriz. İstanbul kütüphanelerinin yanı sıra, Anadolu kütüphanelerinde de rastladığımız bu eserin, çok okunmuş bir eser olduğunu ortaya koymaya bu durum yeterlidir.
12.3. Fezâ’ilü’l-Cihâd
Bu eser de Arapça’dan tercümedir. Ahmed bin İbrâhim’in Meşâ’irü’l-Eşvâk ilâ Mesâri’i’l-‘Uşşâk adlı Arapça eserinin tercümesidir. Müslümanları cihada davet eden ve onlara savaş aşkı vermek için yazılmış bu eser, 1567 yılında, İstanbul’da tamamlanarak Sokullu Mehmet Paşa’ya sunulmuştur. Ön sözü süslü nesirle, ağır bir dil kullanılarak yazılmış olan bu eserin, esas çeviri bölümü sade ve doğal bir Türkçe ile kaleme alınmıştır.
12.4. Fezâ’il-i Mekke
16. yüzyıl âlimlerinden Kutbeddîn Muhammed bin Ahmed Mekkî (öl. 1582)’nin El-İ’lâm fî Ahvâli Beledi’llâhi’l-Harâm adlı Arapça mensur eserinin tercümesidir. Sokullu Mehmet Paşa’nın emriyle yapılan bu tercümeyi, Baki, Mekke kadısı olarak Mekke’de bulunduğu sıralarda Nisan 1579 tarihinde tamamlamıştır. Tarihî bakımdan da önemli olan bu eser, Mekke tarihinden ve Osmanlı padişahlarının orada yaptırdığı eserlerden söz eder. Baki’nin söz konusu bu tercüme eseri, bazı bölümleri istisna edilirse, temiz ve güzel bir Türkçeyle kaleme alınmıştır.
12.5. Hadîs-i Erba’în (Kırk Hadis) Tercümesi
Nev’îzâde Atâyî, Şakâyıku’n-Nu’mâniyye Zeyli’nde, Baki’nin, Eyüp müderrisliğinde bulunduğu sıralarda, Hazret-i Muhammed’in sözlerinden Ebâ Eyyûb-i Ensârî tarafından rivayet edilen hadislerin kırkını toplayarak tercüme etmesi suretiyle bu eseri meydana getirdiğini söylemiştir. Ancak şimdiye kadar böyle bir esere rastlanmamıştır.
Baki’nin Türkçe tercümelerinde temiz ve açık bir dil kullanılmış olması, dikkati çeker. Şairin yukarıda anlatılan mensur eserleri, Türkçenin tarihî seyri açısından olduğu kadar, sadeleşme safhaları bakımından da önemli ve değerli eserlerdir.
Baki’nin bunlardan başka dağınık mecmualarda kalmış bazı mektupları ve kadılık yaparken verdiği hükümlerin suretleri de eldedir. Yine mecmualarda onun Divanı’na dahi geçmemiş gazellerine rastlanır.
13. Şiirlerinden Seçmeler
Aşağıda Baki’nin şiirlerinden örnekler verilmiştir.
Gazel 1 (Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün)
Nedür bu handeler bu ‘işveler bu nâz u istignâ
Nedür bu cilveler bu şîveler bu kâmet-i bâlâ
Nedür bu pîç pîç ü çîn çîn ü ham-be-ham kâkül
Nedür bu turralar bu halka halka zülf-i müşg-âsâ
Nedür bu ‘ârız u hadd ü nedür bu çeşm ü ebrûlar
Nedür bu hâl-i Hindûlar nedür bu habbetü’s-sevdâ
Miyânun rişte-i cân mı gümiş âyîne mi sînen
Bünâgûşunla mengûşun gül ile jâledür gûyâ
Vefâ ummaz cefâdan yüz çevürmez Bâkî ‘âşıkdur
Niyâz itmek ana cânâ yaraşur sana istignâ
Gazel 2 (Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün)
Ezelden şâh-ı ‘aşkun bende-i fermânıyuz cânâ
Mahabbet mülkinün sultân-ı ‘âlî-şânıyuz cânâ
Sehâb-ı lutfun âbın teşne-dillerden dirîg itme
Bu deştün bağrı yanmış Lâle-i Nu’mânıyuz cânâ
Zamâne bizde gevher sezdügiçün dil-hırâş eyler
Anun’çün bağrumuz hûndur ma’ârif kânıyuz cânâ
Mükedder kılmasun gerd-i küdûret çeşme-i cânı
Bilürsin âb-ı rûy-ı milket-i ‘Osmânîyüz cânâ
Cihânı câm-ı nazmum şi’r-i Bâkî gibi devr eyler
Bu bezmün şimdi biz de Câmî-i devrânıyuz cânâ
Fasl-ı Bahar Matlalı Gazel (Tahlil ve Söz Sanatları)
Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düşdi çemende berg-i dıraht i‘tibârdan
[Bahar mevsiminin ne adı kaldı ne de ondan bir belirti.
Ağaç yaprağı çimende gözden düştü.]
Bu beyitte şair yaprağı bir insana benzeterek kişileştirme ve kapalı istiare yapmaktadır. Ayrıca gözden düşmek deyimi kullanılarak irsalimesel sanatı yapılmıştır. Şiir her ne kadar pastoral bir vurguya sahip olsa da, bu beyit soyut olarak okunduğunda çimen sosyal hayat, yaprak ise bu hayatın içerisinde savrulan insandır. Yani yaprak ve çimen burada açık istiareye örnek gösterilebilir. Ağaç (dıraht) ve çimen gibi kelimeler arasında ise tenasüp vardır.
Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler
Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan
[Bağın ağaçları, soyunma/soyutlanma hırkasına girdiler.
Sonbahar rüzgârı çimende çınardan el aldı.]
Sonbahar geldiğinde ağaçların yapraklarını dökmesi kişileştirilerek soyutlanma yani inziva hâline benzetilmiştir. Sonbahar rüzgârı çimende çınardan el aldı derken hem kişileştirme yapılmakta hem de çınar mazmunu hatırlatılmaktadır. Divan edebiyatında büyük/itibarlı kimseler çınar olarak görülür ve bu kişilerden bir makamın devralınması “o kişiden el alma” biçiminde betimlenir. Yani çınar kelimesi bir açık istiare unsurudur. Burada ayrıca eşcar, bağ gibi kelimelerd dışında, çınarın insan eline benzemesi de bir tenasüp unsurudur.
Her yaneden ayağına altun akup gelür
Eşcâr-ı bâğ himmet umar cûy-bârdan
[Her yandan ayaklarına altın akıp gelen bağın ağaçları
ırmaktan himmet umarlar.]
Tüm şiirde olduğu gibi burada da kişileştirme ve kapalı istiare yapılmıştır.
Ayrıca yere düşen ve uçuşan sararmış yapraklar altına benzetilmiştir. Mevsim nedeniyle ağaçların düştüğü zor durumda, bolluğu ile mazmunlaşan ve bu yönüyle padişaha istiareli (açık) olan cuybardan yani akarsudan yardım istedikleri görülmektedir. Bu da dönemin sosyal şartlarını ve padişah himayesi görmenin önemini göstermektedir.
Sahn-ı çemende durma salınsun sabâ ile
Âzâdedür nihâl bu gün berg ü bârdan
[Yaprağından ve meyvesinden kurtulan fidan, bugün
çimenlikte sabah rüzgârı ile salınsın.]
Bu beyitte, sonbaharın ilerlemesiyle tüm zenginliklerinden yani yaprak ve meyvelerinden yoksun kalan fidanın artık sessiz bir yalnızlığa gömüldüğü anlatılmaktadır. Nitekim sabah rüzgârı divan edebiyatında yalnızlık ile eş tutulan açık bir istiaredir. Aynı gönderme Fuzûlî’nin “Gayrı” redifli gazelinde de bulunmaktadır: Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı. Yani beyit, zenginlikleri elden giden bir insanın nasıl yalnız bırakıldığı ana duygusu üzerinden de okunabilir. Bu durum Baki’nin inişli çıkışlı memuriyet hayatı ile de bağlantılıdır.
Bâkî çemende haylî perîşân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rûzgârdan
[Bâkî, çimende yaprak hayli perişan imiş, galiba
rüzgârdan bir şikâyeti var.]
Şairin mahlasını söylediği bu makta beytinde, hâlinden memnun olmayan ve rüzgârdan (yalnızlıktan) şikâyetçi olan söyleyici, yaprak ve rüzgâr kelimesi ile açık istiare yapmıştır. Yine tüm şiir boyunca olduğu gibi çimen ve yaprak kelimeleri tenasüp sanatına örnektir.
Günümüz Türkçesi için kaynak.
Gazel 4 (Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün)
Hattum hisâbın bil didün gavgâlara saldun beni
Zülfüm hayâlin kıl didün sevdâlara saldun beni
Geh âb-veş giryân idüp geh bâd-veş pûyân idüp
Mecnûn-ı ser-gerdân idüp sahrâlara saldun beni
Vaslum dilersin çün didün lutf idüben olsun didün
Yarın didün bir gün didün ferdâlara saldun beni
Yûsuf gibi ‘izzetde sen Ya‘kûb-veş mihnetde ben
Dil sâkin-i Beytü’l-hazen tenhâlara saldun beni
Bâkî-sıfat virdün elem itdün gözüm yaşını yem
Kıldun garîk-i bahr-ı gam deryâlara saldun beni
Gazel 5 (Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün)
Fermân-ı ‘aşka cân ile var (cânladur) inkıyâdumuz
Hükm-i kazâya zerre kadar yok ‘inâdumuz
Baş eğmezüz edânîye dünyâ-yı dûn içün
Allâh’adur tevekkülümüz i‘timâdumuz
Biz müttekâ-yı zer-keş-i câha dayanmazuz
Hakk’un kemâl-i lutfınadur istinâdumuz
Zühd ü salâha eylemezüz ilticâ hele
Tutdı egerçi ‘âlem-i kevni fesâdumuz
Meyden safâ-yı bâtın-ı humdur garaz hemân
Erbâb-ı zâhir anlayamazlar murâdumuz
Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalur sahîfe-i ‘âlemde adumuz
Gazel 6 (Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün)
Açıl bâğun gül ü nesrîni ol ruhsârı görsünler
Salın serv ü sanavber şîve-i reftârı görsünler
Kapunda hâsıl itdi bu devâsuz derdi hep gönlüm
Ne derde mübtelâ oldı dil-i bîmârı görsünler
Açıldı dâğlar sînemde çâk itdüm girîbânum
Mahabbet gül-şeninde açılan gül-nârı görsünler
Ten-i zârumda (zerdümde) pehlûm üstühânı sayılur bir bir
Beni seyr itmeyen ahbâb mûsîkârı görsünler
Güzeller mihr(i)-bân olmaz dimek yanlışdur ey Bâkî
Olur va’llâhi bi’llâhi hemân yalvarı görsünler
Gazel 7 (Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün)
Müje haylin dizer ol gamze-i fettân saf saf
Gûyiyâ cenge durur nîze-güzârân saf saf
Seni seyr itmek içün reh-güzer-i gül-şende
İki cânibde durur serv-i hırâmân saf saf
Leşger-i eşk-i firâvân ile ceng itmek içün
Gönderür mevclerin lücce-i ‘ummân saf saf
Gökde efgân iderek sanma geçer hayl-i küleng
Çekilür kûyuna mürgân-ı dil ü cân saf saf
Câmi‘ içre göre tâ kimlere hem-zânûsın
Şekl-i sakkâda gezer dîde-i giryân saf saf
Ehl-i dil derd ü gamun ni‘metine müstagrık
Dizilürler keremün hânına mihmân saf saf
Vasf-ı kaddünle harâm itse ‘âlem gibi kalem
Leşger-i satrı çeker defter ü dîvân saf saf
Kûyun etrâfına ‘uşşâk dizilmiş gûyâ
Harem-i Ka‘be’de her cânibe erkân saf saf
Kadrüni seng-i musallâda bilüp ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf
Gazel 8 (Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün)
Gül gülse dâ‘im ağlasa bülbül ‘aceb degül
Zîrâ kimine ağla dimişler kimine gül
Pâkîze-tab‘ u sâf-dil ü pâk-meşrebüz
Hüsnün güline düşse n’ola jâle-veş gönül
Bezm-i safâ vü ‘ayşa salâdur bilenlere
Sît ü sadâ-yı bülbül ü berg ü nevâ-yı gül
Hüsn-i ruhunla lutf-ı lebünden haber virür
Hep âb u tâb-ı cevher-i câm u safâ-yı mül
Bâkî a‘cûz-ı dehre er olmaz zebûn olan
Merdân-ı râh-ı ‘aşk dimezler ana recül
Gazel 9 (Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün)
Lâle-hadler kıldılar gül-geşt-i sahrâ semt semt
Bâğ u râğı gezdiler idüp temâşâ semt semt
‘Âşık-ı dîdâr-ı pâkündür meger kim cûylar
Cüst ü cû eyler seni ey serv-i bâlâ semt semt
Leşger-i gam geldi dil şehrine kondı cavk cavk
Kopdı yir yir fitne vü âşûb u gavgâ semt semt
Giryeden cûy-ı sirişküm sû-be-sû oldı revân
Yine Kulzüm gibi cûş itdi bu deryâ semt semt
Bir kadem bas lutf ile gel gül-şene ey serv-kadd
Bileler eksükliğin her serv-i bâlâ semt semt
Şi‘r-i Bâkî seb‘a-i iklîme oldukça revân
Okınursa yiridür bu nazm-ı garrâ semt semt
Gazel 10 (Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün)
Hoş geldi bana mey-gedenün âb u hevâsı
Va’llâhi güzel yirde yapılmış yıkılası
Men‘ eyler imiş mes’ele-i ‘aşkı müderris
Ey hâce anun var ise yaklaşdı kazâsı
Gitmez o mehün râ gibi hançer kemerinden
Üftâdelerin öldürür âh işte burası
Zîbâ yaraşur hil‘at-i nâz o boyı serve
İki kolumı kılsam ana bil tolaması
Dikkatler ile seyr iderüz yâri ser-â-pâ
Görmez mi idük biz de eger olsa vefâsı
Dünyâ deger ol mâh-likâ dil-ber-i garrâ
Yûsuf’da dahı yokdur anun hüsn ü bahâsı
Meddâh olalı çeşm-i gazâlânene Bâkî
Öğrendi gazel tarzını Rûm’un şu‘arâsı
Gazel 11 ( Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün)
Yârdan cevr ü cefâ lutf u kerem gibi gelür
Gayrdan mihr ü vefâ derd ü elem gibi gelür
Fürkat-i yâr katı zâr u zebûn itdi beni
Döymeyem mihnet-i hicrâna ölem gibi gelür
Uydurup leşger-i ‘uşşâkını ol şâh-ı cihân
Nâz ile salını salını ‘âlem gibi gelür
Dil-i pür-hûn elem-i ‘aşkun ile cûş ideli
Çeşme-i çeşmün akan suları dem gibi gelür
Bâkıyâ kankı gönül şehrine gelse şeh-i ‘aşk
Bile endûh u belâ hayl u haşem gibi gelür
Gazel 12 (Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün)
Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i hümâ imiş
İklîm-i hüsne anun içün pâdişâ(h) imiş
Bir secde ile kıldı ruh-ı âfitâbı zer
Hâk-i cenâb-ı dost ‘aceb kîmyâ imiş
Âvâzeyi bu ‘âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Görmez cihânı gözlerümüz yâri görmese
Mir’ât-ı hüsni var ise ‘âlem-nümâ imiş
Zülfün esîri Bâkî-i bî-çâre dostum
Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş
Gazel 13 (Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün)
Müheyyâ oldı meclis sâkıyâ peymâneler dönsün
Bu bezm-i rûh-bahşun şevkıne mestâneler dönsün
Dilâ câm-ı şarâb-ı ‘aşk-ı yâri şöyle nûş it kim
Felekler güm güm ötsün başuna hum-hâneler dönsün
Hayâl-i şem‘-i ruhsârun ko yansun hâne-i dilde
Perrin ol şem‘a yakup şevk ile pervâneler dönsün
Sen ağyâr ile devr itdür şehâ peymâneyi dâ‘im
Ser-i kûyun dolaşup ‘âşık-ı dîvâneler dönsün
Bu bezm-i dil-güşâya mahrem olmaz Bâkıyâ her kes
Di gelsün ehl-i diller gelmesün bî-gâneler dönsün
Gazel 14 (Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün)
Reh-i mey-hâneyi kat‘ itdi tîg-i kahrı sultânun
Su gibi arasın kesdi Sıtanbûl u Kalâtâ’nun
Miyân-ı âb u âteş oldı cây-ı keştî-i sahbâ
Baturdı rûzgâr âyîn-i ‘ayşın bezm-i rindânun
Yakan âb üzre âteş sanmanuz keştî-i sahbâyı
Şu‘â‘-i tîg-i kahrından dutışdı Şeh Süleymân’un
Hilâl-âsâ fürûzân oldı bahr-ı nîl-gûn üzre
Şafakdan dem urur âb-ı şarâb-âlûdı deryânun
Semâ‘-ı çeng ü nây u devr-i sâgar devleti döndi
Safâsın süre gör ey sôfî-i sâlûs devrânun
Şarâb-ı nâbdan humlar tehî hum-hâneler tenhâ
‘Aceb hâlîliğin buldı riyâ ehli bu meydânun
Şu meclis içre kim dâ‘im dokuz peymâne devr eyler
Ne denlü ola ey Bâkî zamân-ı ‘ayşı insânun
Gazel 15 (Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün)
Dem-i subh irdi getür bâdeyi sohbet demidür
Mey-i nâb ile pür it sâgarı ‘işret demidür
Yâr ise mahrem-i ağyâr gönül hem-dem-i zâr
Gözlerüm kan akıdursa n’ola gayret demidür
Çok belâ çekdi senün çeng-i gamunda dil-i zâr
Nây-veş nâleler eylerse şikâyet demidür
‘Aşkunı saklar idüm sînede ammâ şimdi
Âh idersem beni ‘ayb eyleme fürkat demidür
Mihneti dil ser-i zülfinde çeker ey Bâkî
Kâfir-istâna düşen kimsede mihnet demidür
Gazel 16 (Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün)
Zülf-i pür-ham çün ruhun üzre perîşân-hâl olur
Kendüsin cem‘ idemez ol nice mâh u sâl olur
Tâb-ı zülfünle gönül kıldukça âh-ı âteşîn
Dûd-ı dil cev(e)lân ider tâvûs-ı zerrîn-bâl olur
Fark-ı serde şekl-i şemşîrün yiter perr-i küleng
Bâ-vücûd ol dem ki hûn-ı zahmum içre âl olur
Anma ‘aşk abdâlınun râzın helâk eyler seni
Bunlarun esrârı ey zâhid katı kattâl olur
Serde ey Bâkî gam-ı zülf-i hümâyûn-fâl var
Sâye-i baht u sa‘âdet mâye-i ikbâl olur
Gazel 17 (Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün)
Lâleler bezm-i çemende câm-ı ‘işret gösterür
Devletinde hüsrev-i gül ‘ayşa ruhsat gösterür
Mevsim-i gül ‘îd ile yâr u musâhib düşdiler
Bir birine iki dil-berdür mahabbet gösterür
‘Îd-gehde varalum dôlâba dil-ber seyrine
Görelüm âyîne-i devrân ne sûret gösterür
Kaddüne kul olmağa gelmiş dizilmiş karşuna
Servler durmış çemen sahnında kâmet gösterür
‘Âşıkı bî-sabr u ârâm eyleyüp seyyâh ider
Memleket seyr itdürür ‘aşkun vilâyet gösterür
Bî-sütûn-ı gamda Bâkî seng-i mihnet kesmede
Şöyle üstâd oldı kim Ferhâd’a san‘at gösterür
Gazel 18 (Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün)
Eylesün la‘lini dermân dil-i bîmâra meded
Dostlar işte ben öldüm bana bir çâre meded
Zahm-ı sînemden okun pârelerin hep alma
Dursun Allâh’ı seversen hele bir pâre meded
Güher-i câmı yitürdük bizi gam öldüriyor
Sâkıyâ gel bulıvir kanda ise ara meded
İhtirâz itmedünüz aldılar elden câmı
Vâkıf itmen sakınun kimseyi esrâra meded
Gice tenhâ işiği hâkine yüzler süreyin
Sakınun kimse haber virmesün ağyâre meded
Mededün kalmadı feryâd u figân eyleyecek
Sana kimden ire ey Bâkî-i bî-çâre meded
Gazel 19 (Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün)
‘Âlem-i vahdetde ey sâkî bizi mest-i Elest
İtdi ikrâr-ı safâ mey-hânesinde şöyle mest
Nice câm-ı Cem nice mir’ât-ı İskender dilâ
Dest-i mihnetden cefâ taşıyla bulmışdur şikest
Sûret-i esnâmdan döndi sana itdi sücûd
Râhib-i deyri cemâlün eyledi Yezdân-perest
Rüstem-i Zâl’ün dutışdum pençesin burdum idi
Kodı el arkası didi dest ber-bâlâ-yı dest
Bâkıyâ ser-nahl-bend-i gül-şen-i ebyâtsın
Eyledi nazm-ı bülendün hâsılı Selmân’ı pest
Gazel 20 (Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün)
‘Âlemde zerre denlü değülken vücûdumuz
Müşkil budur ki zerreden artuk hasûdumuz
Evtâr-ı çeng-i bezm-i safâdur sanur gören
Künc-i belâda gözden akan iki rûdumuz
Tâc-ı zümürrüdî görinür var ise meger
Bâlâ-yı serde illere dûd-ı kebûdumuz
Zer-beft câme geydi ser-â-ser sanur gören
İtse ihâta cismümüzi yanar odumuz
Bâkî metâ‘-ı nazm ile bâzâr-ı dehrde
Cevr-i li’âm u mihnet-i eyyâm sûdumuz
Kaynakça
Ahdî-i Bağdâdî, Gülşen-i Şu‘arâ, Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Hazîne 1303, vr. 29.
Âşık Çelebî (1971), Meşâ’irü’ş-Şu‘arâ, Yay. : G. M. Meredith-Owens, London
Bâkî Dîvânı, Almancaya tercüme: Joseph von Hammer-Purgstall, Viyana, 1825.
Bâkî’s Dîwân, Ghazelijjât, c. II, Yay. : Ord. Prof. Dr. Rudolf Dvorak, Leiden, 1908-1911.
BANARLI, Nihad Sami (1971), “Bâkî”, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1971, c. I, s. 582-597.
BANARLI, Nihad Sami, “Bâkî’ye Ses Verenler”, Hürriyet, 15.VI.1957.
Beyânî, Tezkire, Millet Kütüphanesi, AE Tarih 757, vr. 16.
SOLOK, Cevdet Kudret (1985), Dîvân Şiirinde Üç Büyükler (2) Bâkî, İstanbul.
Dîvân-ı Bâkî, Muzika-i Hümâyûn Litografya Tezgâhı, İstanbul, 1859.
E-K ARASI KAYNAKÇA
ERGUN, Sadeddin Nüzhet (1936), “Bâkî”, Türk Şâirleri, c. II, İstanbul, 1936.
ERGUN, S. Nüzhet (1935), Bâkî, Hayatı ve Şiirleri, c. I, Dîvân, Yay. : Sadeddin Nüzhet Ergun, İstanbul.
Fâik Reşâd (1894), “Bâkî”, Eslâf, İstanbul.
Fâik Reşâd (1913), “Bâkî”, Târih-i Edebiyât-ı Osmâniyye, İstanbul.
Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr, Süleymaniye Kütüphanesi, Fâtih 4225.
GİBB, F.J.W. (1914), A History of Ottoman Poetry, c. II, London.
GÖKYAY, Orhan Şaik (1979), “Şâir Bâkî Gençliğinde Saraç Çıraklığı Yaptı mı?”, Journal of Turkish Studies, Ali Nihâd Tarlan Hâtıra Sayısı, c. III, Cambridge (U.S.A.).
HAMMER-PURGSTALL (1837), Geschichte der Osmanichen Dichtkunts, c. II, Pesth.
İPEKTEN, Halûk (1983), Bâkî, Hayatı, Edebî Kişiliği ve Bâzı Şiirlerinin Açıklamaları, Erzurum.
İPEKTEN, Halûk (1993), Bâkî, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Akçağ Yayınları, Ankara.
İstanbul Kütüphaneleri Yazma Dîvânlar Katalogu.
K HARFLİ KAYNAKÇA
Kâfzâde Fâ‘izî, Zübdetü’l-Eş‘âr, Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa 1877, vr. 12.
KAPLAN, Mehmet (1976), “Bâkî’den Beyitler ve Mısralar: I- Şiir ve Şâir, II- Aşk, III- Tabiat”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar I, İstanbul.
Kâtib Çelebî (1870), Fezleke, İstanbul.
Kınalızâde Hasan Çelebî, Tezkiretü’ş-Şu‘arâ, Yay. : Dr. İbrahim Kutluk, c. II, Ankara, 1978-1981.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad (1979), “Bâkî”, İslâm Ansiklopedisi, c. II, İstanbul, s. 243 vd.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad (1917), “Bâkî”, Türk Dünyası Gazetesi Edebî İlâve, İstanbul, sayı 1-7 Eylül-Ekim.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad (1918), “Bâkî, Hayatı ve Tabiatı”, Yeni Mecmûa, İstanbul, 1918, sayı 41-43.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad (1918), “Bâkî ve Zamanı”, Yeni Mecmûa, c. II, İstanbul, 1918.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad (1932), “Bâkî”, Dîvân Edebiyatı Antolojisi, İstanbul, 1932.
KÜÇÜK, Sabahattin (1994), Bâkî Dîvânı (Tenkitli Basım), Türk Dil Kurumu Yayınları, 1. Baskı, Ankara.
KÜÇÜK, Sabahattin (1988), Bâkî ve Dîvân’ından Seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1988.
KÜÇÜK, Sabahattin (1982), Bâkî Dîvânı Üzerinde Bir İnceleme, Edisyon Kritikli Metin (Basılmamış Doktora Tezi), c. II, Elazığ.
KÜÇÜK, Sabahattin (1984), “Bâkî’nin Medhiyeleri Üzerine”, Millî Kültür, sayı 44 (Mart 1984).
KÜÇÜK, Sabahattin (1985), “Arkadaşı ve Çağdaşı Nev‘î’nin Gözüyle Şâirler Sultânı Bâkî.”, Beşinci Milletler Arası Türkoloji Kongresi, İstanbul, 23-28 Eylül 1985.
KÜÇÜK, Sabahattin (1986), “Fuzûlî’nin Bâkî Üzerindeki Tesiri ve Dîvânında Bulunmayan Bir Şiiri Hakkında”, I. Millî Fuzûlî Semineri, Ankara, 17 Nisan 1986.
KÜÇÜK, Sabahattin (1987), “Bâkî’ye Dâir Notlar”, Fırat Üniversitesi Dergisi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, I/I.
L-Z HARFLİ KAYNAKÇA
LEVEND, Agâh Sırrı (1927), Dîvân Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler, Felsefe ve İçtimaiyyat Mes’elesi (Fuzûlî ve Bâkî’de Tasannu), İstanbul, 1927.
Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu‘arâ, Kayseri Râşid Efendi Kütüphanesi 1160, vr. 50.
Mehmed Tâhir (1915), Osmanlı Müellifleri, İstanbul,.
Mehmed Tevfik (1873), Kâfile-i Şu‘arâ, İstanbul.
Muallim Nâcî (1890), Osmanlı Şâirleri, İstanbul.
Nev‘îzâde Atâyî (1852), Zeyl-i Şakâyıku’n-Nu‘mâniyye, İstanbul.
Recâîzâde Mahmûd Ekrem (1888), Kudemâdan Birkaç Şâir, İstanbul.
Riyâzî, Riyâzü’ş-Şu‘arâ, Nuruosmaniye Kütüphanesi 3724, vr. 36.
Rızâ, Tezkire-i Rızâ, Köprülü Kütüphanesi, Âsım Bey 377, vr. 53.
RYPKA, Prof. Dr. J., Baqi aus Ghazeldichter, Praque, 1926.
RYPKA, Prof. Dr. J., “Seiben Ghazele aus Bâkî’s Dîwân”, Ubersetzt und Erklert: Annali, yeni ser. 1, Roma, 1940.
Sâdıkî-i Kitâbdâr (1909), Mecma‘u’l-Havâs, Yay. : Abdurresûl Hayyâmpûr, Tebriz.
Şemseddîn Sâmî (1899), Bâkî’nin Eş‘âr-ı Müntahabesi, İstanbul.
TARLAN, Ali Nihâd (1946), “Hayâlî-Bâkî”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. I, sayı I, İstanbul.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1962), “Kanûnî Mersiyesi’nin Dil Bakımından İzâhı”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, sayı 19, İstanbul.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, “Bâkî” maddesi, Haz. : Mehmed Çavuşoğlu, c. IV, İstanbul, 1991, s. 537 vd.
YÜKSEL, Sedit (1963), Şeyh Gâlib, Eserlerinin Dil ve Sanat Değeri, Ankara.
Şiir Kaynakçaları
BANARLI, Nihad Sami (1971), Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, c. I, s. 582-597.
KÜÇÜK, Sabahattin (1994), Bâkî Dîvânı (Tenkitli Basım), Türk Dil Kurumu Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1994.
KÜÇÜK, Sabahattin (1988), Bâkî ve Dîvân’ından Seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1. Baskı, Ankara.
MENGİ, Mine (2008), Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yayınları, 14. Baskı, Ankara, s. 171-175, 367-372.
SOYSAL, M. Orhan (2002), Eski Türk Edebiyatı Metinleri, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, s. 422-431.
ÜMÜTLÜ, S. Walter Andrews’ in Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı Adlı Eseri Çerçevesinde Bâkî’nin Hazân Gazeli’ne Bir Bakış. Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 3(2), 174-183.
Bu makalenin künyesi: Ümit Keskin (2014), “Bâkî”, Simit Çay Edebiyat Etkinlikleri.
[…] tanınmaktadır. Şair bazı edebiyat otoriteleri tarafından sadece Azerbaycan sahasının değil Baki ile birlikte tüm Türk edebiyatının en büyük klasik şairi olarak gösterilmektedir. (Mengi, […]
[…] amacıyla yazılan ve Nef’i ve Baki gibi şairlerin öne çıktığı divan edebiyatı nazım […]
[…] sahiptir. Türk edebiyatında kaside denilince akla Ahmet Paşa, Nef’î, Fuzûlî ve Bâkî […]
[…] Baki, […]
[…] BÂKÎ (16.yy) […]
[…] Fuzûlî ve Ali Şîr Nevâî gibi şairler birden fazla dilde divan oluşturmuştur. Ayrıca Bâkî ve Nedîm gibi birçok şair manzum olarak yalnızca divana sahiptir. Divanlar belirli bir sıra […]
[…] için tıklayın. Erken dönemde Âşık Paşa‘dan başlayarak Necati, Nedim, Fuzuli, Baki ve Enderunlu Vasıf‘ın başını çektiği sanatçılar eserlerinde Türklerin yaşam […]
[…] dersinden örnek verirsek öğrenci Fuzuli ve Baki‘yi kitaptan okuyarak divan edebiyatını anlayamaz. Takıldığı, anlayamadığı noktalarda […]
[…] divan şiirinde Necâtî’yle belirginleşen, Bâkî ve Şeyhülislam Yahyâ gibi şairlerin eserlerinde mükemmelleşen mahallîleşme deneyiminin, 18. […]
[…] en güzel anlatan diğer şairler Orhan Veli Kanık, Attilâ İlhan, Nedîm ve Bâkî‘dir. Nedîm, mahallileşmenin de etkisiyle Lale Devri İstanbul’unun en iyi şairidir. […]
[…] edebiyatı sanatçılarının büyük bölümü (Fuzuli, Baki […]
[…] daima “ben” algısını ön plana çıkarır. Bu yönüyle kendisini Fuzûlî, Bâkî gibi şairlerden bile üstün görür. Bu durumu Saadet Karaköse (2012) şu şekilde ifade […]
[…] dalları için de geçerli bir kavramdır. Türk edebiyatı açısından bakıldığında Fuzûlî, Bâkî ve Yunus Emre gibi sanatçılar kalıcılığı yakalamış isimlerdir. Nitekim bir romanın veya […]