Ahşap Bir Masanın Ana Fikri | Bizi bir araya getiren bir araba dolusu yalnızlıktı. Çok kalabalık görünüyorduk bu yüzden. Herkes koltuğuna oturduktan sonra daha da çoğaldık. Aklım, duygularım ve sırtım dönüktü iyi ki. Yan aynadan bakarsam hepsinin yüzünde kendime ait sesler bulacağımdan korkmuştum çünkü. Koridorlarda gözlerimi kaçırmam ve birilerinin sorularında kaybolmam kolaydı ama burada farklıydık. Bir koltuk mesafede, içinde kısık sesli ihtimaller aradığım şarkılar eşliğinde yol almak yoruyordu beni. Yüzüme düşen güneşten rahatsızdım. Emniyet kemeri bir beden küçük geliyordu korkak halime. Baharın estirdiği rüzgâr yanaklarıma yapışıyordu. Ellerim kupkuruydu. Gözlerim dibine kadar acıyordu. Güvenlikli bir yerde içimden yüksek sesle konuşmalıydım. Şikâyetlerimi serip dökmeliydim. Sonra tekrar kıvrılan yollara düşmeliydim.
İçimdeki gürültüden arınıp arkadakilerin fısıltılı hallerine kulak kabartmak geçti içimden.
Denedim. Onları ilk kez dinliyormuş gibi yaptım. Tanıdığım sesleri yabancılaştırdım. Onlarla tanışmamış olmak, isimleriyle seslerini karıştırmak ve kafamı allak bullak etmek istedim. Bozulan kimlikleriyle duyduklarıma inanamamak şaşkınlığını gösterdim. Başaramadım.
Sol tarafta siyah ceketi ve kravatıyla yüzünü kulağıma dönmüş olan Selim’i üç ay boyunca kendi içimde dinlediğimi hatırladım. Kendimle savaştığım zamanlardan kalma ufak bir şarapnel parçası onun yüzünün ve sesinin dolduğu yere saplandı. Boşluğu kanarken kabullenmeyi öğrendim. Öğrendikçe kuruyacağını ve iyileşeceğini biliyordum çünkü. Kendi kendime kurduğum evler bir bir yıkılmıştı. Büyüttüğüm bakıma muhtaç çiçekler solmuştu. Zihnimde ve yüreğimde ona ait olan ülke bir kaza kurşunuyla yıkılmıştı kısacası. Zamanın ilaç gibi gelen haline sığındım bir süre. Bakışlarında beni nasıl ıskaladığını düşündüm. Onun için geciktiğim dersler, demlediğim çaylar ve dalıp gittiğim uzaklar geldi aklıma. Yazık oldu hepsine dedim. Bir ülke kadar emeğim vardı onlarda. Sonuçta, hayallerimde, gerçek hayatın ağır işçisi olarak çalıştım; terledim, sonra da o terin gözyaşı olarak kalbime indiğini hissettim. Kolay değildi.
Kabullenmeyi teslimiyetin kucağında tanıdım.
Onun haberi olmadan “ben gidiyorum” demeyi asillik saydım. Bir Orhan Gencebay şarkısını milyon defa dinledim. Bu devirde bir şarkı kolay yetişmiyordu insana. Kulaklarım bana oyun oynasa da zihnimde o şarkıyla sokak sokak gezdim. Zayıflamıştım. Hem şarkıdan, hem gezmekten, hem de demli çayla birlikte gece boyu düşünmekten… Bedenim de yüreğim de bir beden küçülmüştü. Bedenim kıyafetleri doldurmuyordu, tıpkı yüreğimle onun hayatını dolduramadığım gibi. Onunla bir nefes kadar yakın olabileceğim mekânlar düşlemiştim. Bir Kız Kulesi manzarası, Sultanahmet’in avlusunda gezinen bir ezanın sesi, bir seccade komşuluğu, bir deniz kokusu ve daha varılamayacak bir sürü afakî yer… Yan yana getirilmiş iki sandalyeye tesadüfen oturmaya da razıydım ama kader bizi bu kadar yıkım, savaş ve kabullenme serüveninden sonra bir arabada buluşturdu. Sonra da hayalimdekiyle hiç ilgisi olamayan ahşap bir masada, karşılıklı oturmamızı sağladı.
Soda isteyip limon var mı diye sorarak ona demlediğim çaylara ihanet etse de ben, “açık olsun” ifadesini eklemeden yine çay içtim. Çayımı yıllardır şekersiz içerdim ve o bunu tabii ki bilmezdi. Umurunda olmaması da başka bir acılık katardı bardağıma. Ama bugün, o tadı, onun karşında otururken duyumsamak ne lezzetliydi! İki çift laf da ettik. Geç kaldım. Şair de demişti ya zaten, her şey geç gelmiyor mu yurdumuza diye. Topladım zihnimdekileri, sığındım şaire. Onu soda içerken mutlu görmenin şiiri nasıl olur diye de düşündüm sonra. Aşk ona çok yakışmıştı doğrusu. Bakışlarına hayat vermişti. O da ona öyle bakıyordur eminim. Belki de onu çaydan vazgeçiren, böylesine tazeleyen, düşünceli duruşundaki ana fikri bulan da odur. Onun adına sevinmek ve gülümsemek de benim ana fikrim… Neylersin…
Betik’in Evren konulu Eylül 2020 sayısını inceleyin.
İlk yorum yapan siz olun