İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Zamanın İçinde Yaşamın Dışında

Zamanın İçinde Yaşamın Dışında | Havalar iyiden iyiye soğumuştu. Kış kendini göstermeye başlamıştı. Yazın rehavetiyle rengarenk olan cadde ve sokaklar soğukların başlaması ile birlikte kahverengi ve siyaha bürünmüştü. Sokaklar eskisi kadar kalabalık değildi. Cadde ve sokak kenarlarındaki kafe ve restoranlar yazın dışarı kurdukları masalarını çoktan içeri almışlardı. Binaların bacalarından gri dumanlar yükseliyordu gökyüzüne. Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı ama henüz yağış başlamamıştı. Gökyüzünün kapalı oluşu yağış beklentisini artırmıştı. Yağışın bir türlü başlamaması can sıkıntısına neden oluyor gibiydi. Havanın bu durumu şehrin sıkıcı bir hal almasına neden oluyordu. Şehrin tüm sakinleri bunun farkındaydı ama hep bir ağızdan sözleşmişçesine hiç kimse konuşmuyordu.

Şehrin kalabalık caddelerinin birinde, bir cafenin içerisinde dört arkadaş oturmuş muhabbet ediyorlardı. Kafe kalabalık değildi. Kapalı alanlarda uygulanan sigara yasağı neticesinde dumana da boğulmamıştı. Havanın karanlık olması dolayısıyla yakılan ışıklarla içerisi gayet loş görünüyordu. Çalan hafif enstrümantal müzik yapılacak her türlü muhabbeti destekler nitelikteydi. Kendinden emin tavırlarıyla dikkati çeken uzun boylu, kemikli yüz hatlarına sahip olan genç, konuşmaya başladı:

– Bence hayattaki en gerçek şey ölümdür arkadaşlar.

Ölüm dışında kalan her ne varsa gerçek dışıdır. Biz ölümlüler var olmayan bir hayatın içerisinde yaşıyoruz. Ama var olmayan bu hayata varmış gibi bağlanmış durumdayız. İşte sıkıntı da burada ortaya çıkıyor. Yaşama ve düşünme temellerini yanlış aldığımızdan yanlış sonuçlarla karşılaşmamız kaçınılmaz oluyor. Sanki ölmeyecekmişiz gibi yaşıyoruz, hayatın sınırlarını tanımıyoruz. Hayatla birlikte karşımıza çıkan tüm olayları bu düşünce ile karşılayıp cevap veriyoruz. Sonuç ise büyük bir hüsran olarak karşımıza çıkıyor.

– Ama her zaman ölümü düşünerek yaşayamayız ki Osman? dedi kısa boylu ve kilolu genç.

– Hayır hayır, beni yanlış anlamışsın Mehmet. Ben bundan bahsetmiyorum. Elbette ki her an ölümü düşünerek yaşayamayız. Benim demek istediğim aslında biraz düşünen insanlar için. Düşünmeyen insan ölümü düşünmediği gibi hayatı da düşünmez zaten. Ama düşünen insan da yalnızca hayatı düşünmemelidir diyorum. Bir de hayata dair hesaplarımıza ölümü de katmamız gerektiğinden bahsediyorum. Sanki ölüm yani sonumuz hiç yokmuş gibi yaşıyoruz. Bunun sonucunda ise psikolojik buhranlar, yıkımlar ve yanlış sonuçlarla karşılaşıyoruz.

– Doğru söylüyorsun… dedi orta boylu, kısa ve yağlı saçları olan genç, ismi Hüseyin’di. Sana katılmamak elde değil. Gerçekten de ölüm hayattaki en gerçek şey. Seninle bu konuda tartışmayacağım bile. Ben başka bir konudan bahsedeceğim. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum. Biz insanlar ölümden ne zaman bahsederiz? Elbette ki ölüme en uzak olduğumuz zamanlar da ölümden bahsederiz. Çünkü en inançsızımız bile ölüme inanır. İnanmanın da ötesinde ölümden korkar. İnsanın savunma mekanizması korktuklarını hayatından uzaklaştırmak mantığı üzerinde çalışır. Çünkü korku insana huzursuzluk verir ve insan huzur ister. Bahsettiğin ölümü unutma hadisesinin özeti budur. Biz insanlar ölümü unutmayı kendimiz isteriz. Çünkü gerçekten de her an ölümle yaşayamayız. Ama ölümü düşünerek mantıklı kararlar verebiliriz. Elbette ki bu yadsınamaz bir gerçek. Korkularımız istesek de istemesek de hayatımızı yönlendirirler. İnsan ölüme an yakın olduğu anlarda ise hayattan, hayatı anlatan anılardan bahseder.

Tartışma bu en hararetli haliyle devam ederken garson geldi ve getirdiği çayları servis etti. Konuşulanları başından beri dinleyen Uzun boylu ve ince yapılı genç;

– Ölümden bahsetmesek olmaz mı arkadaşlar? diye sordu.

– Neden bahsetmemizi istemiyorsun Vedat? Yoksa ölümden çok mu korkuyorsun, yani bahsedemeyecek kadar? diye karşılık verdi Hüseyin.

– Elbette ki bende ölümden korkuyorum. Ayrıca ben ölümden bahsetmenin de ölümden korkmanın bir çeşidi olduğunu düşünüyorum. Benim tespitlerime göre insan en çok korktuğunu en çok konuşuyor. Sonuçta ölümün ne olduğu hakkında hiçbirimizin hiçbir fikri yok. Çünkü ölümle ilgili hiçbir tecrübemiz yok. Zaten hem teorik hem de pratik olarak böyle bir tecrübeye sahip olmamız düşünülemez. Bu durum da ölüm bizim için bir belirsizlik ve bir yabancı. Belirsizlik insana huzursuzluk verir ve insan yapısı gereği huzursuzluktan hoşlanmaz. Huzursuzlukları hayatından ve düşünce dünyasından atmak ister. Bunun başka bir biçimi ise belirsizlikleri belirli, bildik ve tanıdık hale getirme çabasıdır. Ölümden konuşarak yabancı olduğumuz ölüm olgusunu tanıdık hale getirmeye çalışıyoruz. Böylelikle ölüm korkusunu yeneceğimizi düşünüyoruz. İşte bu yüzden ölümden bahsetmek istemiyorum.

– Yani sen birinci yolu seçiyorsun; huzursuzlukları hayatından çıkarmak yolunu. dedi Osman.

– Hayır yaptığım şey bu değil. Ben ölüm olgusunu hayatımdan çıkarmak istemiyorum. Ama devamlı ondan bahsederek onu tanıdık kılmak gibi bir niyetimde yok. Biraz önce korkuların hayatımızı yönlendirdiğinden bahsettiniz.

Peki bu durumda biz korkularımızı yönlendirirsek hayatımızı da yönlendirmiş olmaz mıyız?

Yani hayatımızın yönetim ipleri bizim elimize geçmiş olmaz mı? Ölüm korkusunu hayatımızdan bir şekilde çıkarmaya çabalamayalım. Bırakalım ölüm korkusu ve diğer benzer korkularımız olduğu gibi kalsın hayatımızda. Ama yeri ve zamanı geldiğinde bu korkuları lehimize kullanmayı bilelim. Örneğin hasta olduğunuzu düşünün. Tıp elinden geleni yaptı ve artık iş sizin ellerinizde. Sizde çok iyi biliyorsunuz ki hastanın moral-motivasyonu, iyileşme isteği ve hayata tutunması en az tıbbi uygulamalar kadar önemlidir. Siz bu hastalık halinde iken aşk ile hayata tutunabilirsiniz. Sevgi ile hayat tutunabilirsiniz. Bu sayılanlar oldukça etkili yöntemlerdir. Ama şuna emin olun ki korku duygusu size aşk ve sevgiden daha çok işler yaptırabilir. İşte böyle bir durumda ölüm korkusunu kullanabilirsiniz. Bu itici güç sizi hastalığın kollarından kurtaracaktır. Aynı durum hayatın diğer safhaları içinde kullanılabilir elbette. Bunun içinse insanın ruhunu ve zihnini eğitmesi gereklidir. diye karşılık verdi Vedat.

– Sana katılıyorum dedi Osman. Aslında aynı şeylerden bahsediyoruz. Bende ölüm olgusunun insanın hayatından çıkarılmaması gerektiğini düşüyorum.

– Keşke bunların yaşarken farkında olsaydık dedi Hüseyin. Kısa bir sessizlik yaşandı ve ardından Vedat;

– Bizim için sorun yok arkadaşlar. Bizler öldük ama yaşayanlarla birlikteyiz hala. Çünkü bizler tam da bu kafe de çaylarımızı yudumlarken patlayan bir bomba neticesinde hayatımızı kaybettik. Elhamdülillah şehit olduk. Şehit olduğumuz için ölülerden değiliz. Şehit olduğumuz için yaşayanlarla beraberiz. Şehit olmasaydı kabrimizden dışarı çıkmazdık ve o zaman gerçek ölülerden olurduk.

– Ölmüş olmamıza rağmen pardon şehit olmamıza rağmen ölümden ve ölüm korkusundan bahsetmemiz ne kadar tuhaf öyle değil mi? Diye sordu Osman.

– Bilemiyorum diye cevapladı Hüseyin. Belki de yaşayanlarla birlikte olduğumuz için, belki de yaşamak istediğimiz için.

– Ben Vedat’a katılıyorum dedi Osman. Ama eğer şehit olmamış olsaydık ölümden bu kadar rahat bahsedemezdik sanırım.

– Bence sanki yaşıyormuş gibi yapmamız ve yaşayanların bahsettiği konulardan bahsetmemiz alışkanlıklarımızdan kaynaklanıyor. Bizler yaşama çok fazla bağlanmıştık, günün birinde öleceğimizi hiç düşünmemiştik. Şimdi bu konularda konuşmak, bir nebzede olsa bizi yaşama yaklaştırmıyor mu sizce? Dedi Mehmet.

– Haklısın dedi arkadaşları.

Bir anda kafe ve içerisindekiler silikleşti. Her şey bir toz bulutuna dönüştü. Varlık ve yokluk arasında özgürce dolaşan dört arkadaş zaman içindeki salınımlarına devam ettiler. En çok hoşlandıkları yer hiç şüphesiz hayatlarını kaybettikleri kafede sohbet etmekti. Kafe bombalama olayından sonra yıkılıp yerine bir otopark yapılmış olsa da…

NOT: Okuduğunuz hikaye tamamiyle hayal ürünüdür. Gerçek kişi ya da olaylarla hiçbir ilgisi yoktur.

MESUT ÇİFTCİ – Zamanın İçinde Yaşamın Dışında

MÜSTESNA

İlk yorum yapan siz olun

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir